back to top
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Ana SayfaYayınlarAnalizANALİZ | İsrail’in Bir Başka Savaşı/Mağdur Olmalıyım!

ANALİZ | İsrail’in Bir Başka Savaşı/Mağdur Olmalıyım!

İsrail, varlığını uzun yıllardır küresel sistemde “mağdur ve madun” bir kimlik üzerine inşa etmiştir. Ancak, 2023 yılında başlattığı soykırım ile bu mağduriyet politikası geçerliliğini yitirmiş ve uluslararası kamuoyunda “bebek katili bir devlet” olarak anılmaya başlamıştır. Bu olumsuz imajı değiştirmek amacıyla İsrail, çeşitli stratejiler geliştirmiştir. Bu stratejilerin başında, Yahudi aileleri ve bireylerinin kişisel hikâyeleri üzerinden “Yahudileri insanlaştırma” ve böylece mağduriyet anlatısını yeniden canlandırma çabası yer almaktadır. Bu doğrultuda, İsrail’in küresel medya ve eğlence endüstrisini aktif bir şekilde kullanarak Yahudi karakterleri ve hikâyelerini popüler kültür ürünlerine entegre etmeye yönelik projeler geliştirdiği görülmektedir. Bu stratejinin somut örneklerinden biri de Netflix Türkiye’de yayımlanan Adsız Aşıklar isimli son Netflix orijinal dizisidir. Dizinin genel bağlamıyla doğrudan bir ilgisi olmamasına rağmen, bir bölümün yalnızca Yahudi bir aile ve bireylerine ayrılması dikkat çekmektedir. Bu tür içeriklerle Netflix, İsrail’in küresel ölçekte olumsuz imajını düzeltmeye ve “bebek katili devlet” algısını değiştirmeye yönelik bir medya stratejisi yürütmektedir.

İsrail, 1948’deki resmî kuruluşundan önce ve sonra, ABD ve Avrupa devletlerinin desteğiyle Orta Doğu’yu istikrarsızlaştırarak kendi güvenliğini sağlamak adına bölgeyi kana bulamıştır. Ancak bu süreci yürütürken, kendisini “mazlum ve korunması gereken bir halk” olarak göstererek küresel kamuoyunun bilinçaltına ve psikolojisine etki etmeyi hedeflemiş, böylece sempati kazanmayı başarmıştır. İsrail, sinemanın ortaya çıkışından itibaren, özellikle 1910’lardan sonra, Yahudi tarihini ve Yahudilerin tarih boyunca yaşadığı sıkıntıları görsel sanatlar aracılığıyla uluslararası kamuoyuna sunmuş ve kendisini “mazlum” olarak konumlandırma stratejisi izlemiştir. Daha sonra, Holokost’un küresel hafızadaki yerini pekiştirerek Avrupa’yı kendisine borçlandırmış ve Holokost sinema endüstrisini oluşturmuştur. Nazilerin gerçekleştirdiği soykırımın ardından, Yahudi devletinin korunması ve desteklenmesi gerektiği fikrini yaymak için bu endüstriyi etkin bir araç olarak kullanmıştır.

Özellikle Hollywood ile kurulan güçlü bağlar sayesinde, Holokost temalı filmler sinema sektöründe önemli bir yer edinmiş, bu filmler sayısal olarak öne çıkmış ve Oscar ödülleri gibi prestijli platformlarda sıkça ödüllendirilmiştir. Araştırmalara göre bugüne kadar Holokost ile ilgili 182 sinema filmi ve 116 belgesel çekilmiştir. Bu yapımlar, İsrail’in uluslararası kamuoyundaki “mağdur ve mazlum halk” imajını pekiştirmeyi amaçlamış, aynı zamanda Filistin ve çevresindeki askeri operasyonlarının küresel düzeyde normalleştirilmesine katkıda bulunmuştur. Tarihsel süreçte İsrail, siyaset, medya ve ekonomi alanlarındaki stratejilerini bu anlatı çerçevesinde şekillendirmiştir. Küresel algı yönetimi açısından, “mağduriyet” söylemi, İsrail’in “mağdur olmanın masumluğu” rolüne bürünmesine, bu anlamda kendisi için bir kimlik oluşturmasına dayanak teşkil etmiş ve uluslararası ilişkilerde meşruiyetini güçlendiren temel unsurlardan biri haline gelmiştir. Bu doğrultuda, İsrail’in en önemli stratejilerinden biri, küresel siyasette “mazlum ve mağdur” bir aktör olarak konumlanmayı sürdürmek olmuştur. Güç ve hak ikilemi, mazlum olarak görülen tarafın doğal bir avantaja sahip olduğunu ima eder. Toplumlar, bebeklere, çocuklara ve savunmasız hayvanlara karşı hissettikleri merhamet duygusu nedeniyle, mazlum olarak sunulan gruplarla da güçlü bir duygusal bağ kurarlar. Zayıf ve muhtaç olanlara yardım etmek, bireylere kendilerini ahlaki olarak üstün hissettirir. Bu psikolojik ve nörolojik mekanizmalar o kadar etkilidir ki, mazlum olarak kabul edilen tarafın hatalı ya da zalim olabileceğini düşünmek neredeyse imkânsız hale gelir. Bu kavram, Avrupa’da ortaya çıkan “mazlumun saflığı” felsefesiyle örtüşmektedir. Fransız varoluşçu düşünür Jean-Paul Sartre, doğru ile yanlış arasındaki ayrımın yalnızca dezavantajlı tarafın bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu yaklaşım, “ezilen” olarak görülen tarafın her türlü eyleminin otomatik olarak meşrulaştırılmasına yol açmıştır.

Tarihsel olarak, hatta devletleşme öncesinde bile, İsrail “ezilen” (underdog) konumunu güçlü bir şekilde koruyordu. Bir dizi dramatik olay, İsrail’in “bölgesel Davut” olarak konumlandırılmasını pekiştirdi. Arap/Filistin liderliğinin herhangi bir siyasi uzlaşmayı kabul etmeyi reddetmesi, 1937 Peel Komisyonu ve 1947 BM Bölünme Planı, Arap dünyasının “ezilen” statüsünden yararlanmasını engelledi. Bunun yerine, Araplar hızla “bölgesel Golyat” haline geldi. Holokost’un manipülatif ve siyasi etkilerinin ardından, İngiliz Mandasının Yahudi mültecileri kabul etmeyi reddetmesi geldi. Ancak İsrail, daha devlet olmadan önce bölgede sivil bir terör dalgası estirmiş, çok sayıda katliamın müsebbibi olmuştur. Devlet kurulduktan sonra da bu sivil terörün faillerinin başbakanlık yaptığı bir dönem yaşamıştır.

2 Aralık 1945’te yeni kurulan Arap Ligi, Filistin’deki Yahudi toplumuna karşı kapsamlı ve agresif bir ekonomik boykot başlatmıştı. 1967 Hartum Kararı ve içindeki “Üç Hayır” ( İsrail ile barış yok, İsrail’i tanıma yok, İsrail ile müzakere yok) ilkesi, İsrail’i 1967 Altı Gün Savaşı ve 1973 Yom Kippur Savaşı gibi jeopolitik krizlere sürükledi. Ancak bu süreç, İsrail’in “ezilen” konumunu daha da güçlendirdi. İsrail, en çok katliam yaparken ve ABD’nin askeri gücünü bölgede kullanırken, ezilen ve mağdur olma stratejisini devreye soktu.

İsrail’in ‘ezilen’ konumu, BM’nin 1947 Bölünme Planı oylaması öncesinde uluslararası aktörlerin desteğini kazanmasını sağladı. Bu süreçte, yalnızca diplomatik destek değil, aynı zamanda önemli askeri figürlerin, Hollywood’un ikonik yıldızlarının ve büyük hayırseverlerin ilgisini çekerek, İsrail’in sivil, eğitim ve ekonomik altyapısının inşasına büyük katkı sunuldu. Uluslararası desteğin sağladığı meşruiyet zemini, İsrail’in bölgedeki varlığını güçlendirmesine yardımcı oldu.

Ancak İsrail, zaman içinde bu mağduriyet söylemini, kendi saldırgan politikalarını meşrulaştırmak için kullanmaya başladı. 1982’de Lübnan’ı işgal etme kararını, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün sıklaşan saldırılarına -özellikle de İsrail’in Londra Büyükelçisine yönelik suikast girişimine- bir yanıt olarak gerekçelendirdi. Fakat bu işgal, yalnızca bölgedeki gerilimi artırmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in uluslararası alandaki ‘ezilen’ konumuna da gölge düşürdü. Hatta İsrail içinde bile bu işgal kararına yönelik ciddi tartışmalar yaşandı. Lübnan Savaşı, İsrail’in kendisini sürekli olarak mağdur ve savunmada olan bir aktör olarak konumlandırmasının sorgulanmasına yol açan ilk büyük kırılmalardan biri oldu.

7 Ekim 2023’te yaşanan gelişmeler ise bu algıyı tamamen değiştirdi. İsrail, tarih boyunca Filistin topraklarını işgal etmiş, Filistin halkına ait kültürel, ekonomik ve siyasi değerleri gasp etmiştir. Bununla birlikte, işgal ettiği topraklarda varlık gösteren Filistinlileri ‘işgalci’ olarak nitelendirerek, onları kendi vatanlarından sürmeye çalışmıştır. Bugün, İsrail’in bu çarpıtılmış söylemi ve sömürgeci politikaları, uluslararası kamuoyunda daha önce olmadığı kadar görünür hale gelmiştir. Artık, dünya halkları, İsrail’in ‘ezilen’ değil, aksine sistematik bir işgal politikası yürüten ve Filistin halkının varoluş hakkını tehdit eden bir aktör olduğunu açık bir şekilde görmektedir.

7 Ekim 2023’te Filistin’de başlattığı soykırımın ardından, İsrail’in geleneksel medya ve iletişim sistemleri aracılığıyla inşa ettiği “mazlum, zavallı ve mağdur” algısı, dijital çağın getirdiği sosyal medyanın merkezsizleşmesi ve her bireyin bir medya aracına dönüşmesiyle büyük ölçüde çökmüştür. Dünya halkları, canlı yayınlanan storyler ve paylaşımlardan İsrail’in nasıl bir canavar olduğuna şahitlik ettiler. Bu dönüşüm sonucunda, İsrail’in uzun yıllar dış politika aracı olarak kullandığı “mağdur” söylemi, 2023 yılında başlattığı soykırımla birlikte tamamen geçerliliğini yitirmiştir. Artık küresel kamuoyunda “mazlum” olarak değil, bir savaş suçlusu ve işgalci gücün temsili olarak algılanmaktadır. Özellikle sosyal medya platformlarında hızla yayılan görüntüler ve bireysel medya kullanıcılarının paylaşımları, İsrail’in uluslararası itibarına ciddi zarar vermiştir. Tüm insanlık, “insanın kendisini” hedef alan bu yapının gerçek yüzünü görmüştür.

Dijital çağda her bireyin bir medya aracı haline gelmesi, geleneksel medya sahiplerinin oluşturduğu algıları köklü bir şekilde sarsmış ve İsrail’in küresel itibarına ciddi zarar vermiştir. Bu durum karşısında İsrail, bozulan imajını düzeltmek ve kamuoyundaki algıyı yeniden şekillendirmek amacıyla çeşitli stratejiler geliştirmeye yönelmiştir. Google ile yürüttüğü Proje Nablus bunlardan biri olmakla birlikte, en büyük stratejisi yeniden “mazlum ve mağdur” rolüne bürünmektir.

Bu hedef doğrultusunda, dijital platformlardaki diziler, filmler ve videolar aracılığıyla “insanlaştırma” hikâyeleri kurgulanmakta ve bu içerikler geniş kitlelere ulaştırılmaktadır. Algı yönetimini daha da güçlendirmek için algoritmalar, filtre baloncukları ve trend belirleme mekanizmaları devreye sokularak belirli içerikler öne çıkarılmakta, bazı içerikler ise görünmez hâle getirilmektedir.

Özellikle sosyal medyada yayılan yanıltıcı haberler, manipülatif dil kullanımı, kurgu senaryolar, sahte görseller ve yapay mekân tasarımları bu stratejinin bir parçasıdır. Karmaşık sahneler ve çelişkili görseller dolaşıma sokularak kamuoyunun dikkatinin dağılması sağlanmakta ve zihinlerde şüphe yaratılmaktadır. Tüm bu yöntemler, İsrail’in küresel imajını yeniden şekillendirme, uluslararası arenada meşruiyetini güçlendirme ve kamuoyundaki desteğini artırma amacına hizmet eden bir propaganda mekanizmasına dönüşmüştür.

Benim Adım İsrail: “Ben Bir Bebek Katiliyim”

7 Ekim 2023’te Gazze’ye başlatılan soykırım girişiminde bugüne kadar 50 binden fazla sivil şehit olmuştur. Şehit olanların 17.861’i bebek ve çocuk, 30 bini ise kadınlardan oluşmaktadır. Yaklaşık 16 aydır devam eden bu saldırılarda 110.725 Filistinli yaralanmış, 15 bini uzun süreli tıbbi bakıma muhtaç hale gelmiştir. İçlerinde çocukların da bulunduğu 4.500 kişi kalıcı sakatlıklarla yaşamaya mahkûm edilmiştir. İsrail’in bu saldırıları, 29 Aralık 2023’te Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) açtığı “soykırım” davasına rağmen sürmektedir. Bu davaya İrlanda, Nikaragua, Kolombiya, Libya, Meksika, Filistin, İspanya, Türkiye, Şili, Maldivler ve Bolivya desteklerini açıklamıştır. Ayrıca, İsrail’in saldırıları sonucunda 205 gazeteci hayatını kaybetmiş, 400’ü ise yaralanmıştır. Gazetecilerin doğrudan hedef alınması, Gazze’de yaşanan gerçeklerin küresel medyada duyurulmasını engelleme stratejisi olarak değerlendirilmektedir.

İsrail’in gerçekleştirdiği katliamlar sonucunda, devlet küresel kamuoyu nezdinde “bebek katili” olarak anılmaya başlanmıştır. Tarih boyunca mağdur ve madun bir kimlik inşa eden İsrail, 2023’te başlattığı soykırımın ardından, dijital medyanın etkisi ve küresel kamuoyunun artan farkındalığı sayesinde, Amerika Birleşik Devletleri ile olan işbirliğinin dünya halkları tarafından açıkça görülür hale geldiğini fark etmiştir.

7 Ekim sonrası İsrail, uluslararası itibarının ulusal güvenliği için kritik bir unsur olduğunun bilincine varmış ve küresel ölçekte giderek güçlenen “cani ve soykırımcı” algısını değiştirmek amacıyla stratejik adımlar atmaya başlamıştır. Bu süreçte, İsrail’in uluslararası destek kaybı hızlanmış ve Filistin devletini tanıyan ülkelerin sayısı hızla artmıştır. İspanya, Norveç, İrlanda, Slovenya, Ermenistan, Bahamalar, Trinidad ve Tobago, Jamaika ve Barbados’un da tanıma kararına katılmasıyla birlikte, Filistin devletini resmen tanıyan ülke sayısı 146’ya ulaşmıştır.

Bu diplomatik gelişmelerin yanı sıra, Paris’ten Madrid’e, Stockholm’den Londra’ya kadar birçok şehirde halk, “Özgür Filistin” sloganlarıyla sokakları doldurmuş ve hükümetlerinden Filistin devletini tanımalarını talep etmiştir. Böylece, İsrail’in yıllardır sürdürdüğü mağduriyet söylemi çökmeye başlamış, küresel vicdanın yükselen sesi karşısında uluslararası destek kaybı daha belirgin hale gelmiştir.

İsrail, yaşadığı güç ve itibar kaybını tersine çevirmek amacıyla çeşitli stratejiler belirlemiştir. İdo Aharoni, Jerusalem Gazetesi’nde yayımlanan analizinde bu stratejileri şu şekilde özetlemektedir:

İsrail Markasını İnsancıllaştırmak

İsrail, uluslararası kamuoyunun ilgisiz ve bilgisiz kesimlerine doğrudan yatırım yapmalıdır. Bu hedef kitleye ulaşmak için ülkenin görünürlüğü artırılmalı ve halkının insani yönleri ön plana çıkarılmalıdır. Bu amaç doğrultusunda güçlü bir ulusal siber iletişim gücü oluşturularak, dijital platformlarda etkili bir kamu diplomasisi yürütülmelidir. Bunun için ülkelerin dizi ve filmlerinde “Yahudi bireyi” ve “Yahudi yaşantısı” gündelik hayat üzerinden doğal bir şekilde sunulmalı.

Antisemitizme Karşı Küresel Yasal Mücadeleyi Desteklemek

Yahudi karşıtlığı ve antisemit nefret yayan gruplarla mücadele eden girişimlere büyük ölçekte destek sağlanmalıdır. İsrail ve Yahudileri tehdit eden aktörler teşhir edilmeli, yasal yollarla cezalandırılmalı ve uzun vadeli caydırıcı önlemler uygulanmalıdır.

Akademik Söylemi Değiştirmek için Finansal Yatırım Yapmak

Beşeri ve sosyal bilimler alanındaki genç akademisyenlere yatırım yapılmalı, üniversitelerde yeni kürsüler açılmalı ve mevcut akademik kurumlar desteklenmelidir. Böylece İsrail’in uluslararası akademik çevrelerdeki söylemini güçlendirmek ve kendi anlatısını yaymak hedeflenmektedir.

İsrail Savunma Kuvvetleri’ni (IDF) İtibar Kampanyalarından Çekmek

Batı dünyasında, özellikle Amerikan liberalleri arasında, askeri güç ve güvenlik teşkilatları (polis dâhil) gayrimeşru görülmektedir. Bu nedenle İsrail’in halkla ilişkiler çalışmalarında, IDF’nin baskın rolü azaltılmalı, bunun yerine sivil ve profesyonel diplomatlar ön plana çıkarılmalıdır. Aynı zamanda, IDF’nin sosyal medya ve dijital platformlardaki varlığı yeniden şekillendirilerek, askeri imajdan uzaklaşılması ve ordunun insani yönlerinin öne çıkarılması sağlanmalıdır.

Turizm Yatırımlarını Artırmak ve Küresel Kanaat Önderlerini İsrail’e Çekmek

İsrail, nitelikli turizme büyük yatırımlar yaparak uluslararası kanaat önderlerini ülkeye çekmeyi hedeflemektedir. Bu strateji, İsrail’in küresel algısını güçlendirmek ve uluslararası destek kazanmak amacıyla yürütülen halkla ilişkiler faaliyetlerinin önemli bir ayağı olarak görülmektedir. Bu stratejiler, İsrail’in bozulan uluslararası itibarını onarmak, küresel kamuoyunu yeniden yönlendirmek ve kaybettiği desteği geri kazanmak için planladığı geniş kapsamlı bir propaganda sürecinin temel unsurlarını oluşturmaktadır.

Dijital Platformlarda İsrail’in İmaj Yönetimi: Netflix Örneği

Dijital platformlar, devletlerin küresel algılarını yönetmek ve uluslararası kamuoyundaki imajlarını şekillendirmek için önemli araçlardan biri hâline gelmiştir. Bu bağlamda, Google ve İsrail arasında imzalanan 1,2 milyar dolarlık “Nimbus Projesi” anlaşması, bu teknolojik iş birliğinin en çarpıcı örneklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Nisan 2021’de imzalanan bu anlaşma kapsamında İsrail ordusu ve hükümeti, Google ve Amazon’un sağladığı gelişmiş yapay zekâ teknolojilerinden yararlanarak Filistinlilere yönelik sistematik ayrımcılığı ve hak ihlallerini daha organize bir şekilde uygulama kapasitesine sahip olmuştur. Bu proje, dijital teknolojilerin İsrail lehine olacak şekilde algı yönetimi stratejilerinde nasıl kullanıldığını gözler önüne sermektedir.

Google’ın yanı sıra, Netflix’in de İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının ardından bozulan uluslararası imajını düzeltmeye yönelik stratejiler geliştirdiği gözlemlenmektedir. Dünya genelinde 270 milyon, Türkiye’de ise 4 milyon aboneye sahip olan bu dijital platform, küresel ölçekte en büyük video izleme hizmetlerinden biri konumundadır.

Platformun 24. orijinal Türk dizisi Adsız Aşıklar (Ocak 2025), Türkiye’deki içerik politikaları ve kültürel etkileri üzerine yeni tartışmaları beraberinde getirmiştir. Özellikle dizinin Yahudi bir ailenin yaşamına odaklanan bölümleri, İsrail’in 7 Ekim 2024’teki Gazze saldırısı sonrası bozulan küresel imajını yeniden inşa etme çabası olarak yorumlanmaktadır. Netflix’in yakın zamanda kütüphanesinden 32 Filistin yapımı filmi gerekçesiz şekilde kaldırması ve algoritmalarının İsrail yanlısı içerikleri öne çıkardığına dair iddialar, bu yorumları destekleyen unsurlar arasında yer almaktadır. Adsız Aşıklar dizisinde Yahudi bir ailenin merkeze alınması, Netflix’in İsrail’in küresel algısını iyileştirme stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmektedir.

Dizide Yahudi Kimliğinin Temsili ve Algı Yönetimi

Dizinin en dikkat çekici unsurlarından biri, Yahudi bir ailenin yaşamına odaklanan bölümleridir. Hikâyenin genel konusu ve içeriğiyle doğrudan bir bağlantısı olmaksızın, bu aileye ait gündelik yaşam sahnelerine ve insani yönlerine geniş yer verilmesi, İsrail’in Siyonist politikaları sonucu “bebek katili” olarak anılan imajını unutturma amacına hizmet etmektedir. Özellikle 6. bölüm, bu propagandanın en belirgin örneklerinden biridir. Bu bölümde, Yahudi bir gencin Müslüman bir kıza âşık olması ve ailesinin bu ilişkiye şiddetle karşı çıkması işlenmektedir. Yahudi aile, Müslüman bir gelini kabul etmenin kendi toplulukları için bir tehdit oluşturacağına inandıkları için bu ilişkiye sert bir şekilde karşı çıkmaktadır. Bu anlatı, bir yandan Yahudi toplumunu geleneksel ve korunmaya muhtaç bir grup olarak sunarken, diğer yandan izleyicinin Yahudi karakterlerle empati kurmasını sağlamak üzere kurgulanmıştır. Böylece İsrail’in sistematik katliamlarını ve işgal politikalarını gölgede bırakarak, toplumu “insanileştirme” stratejisi devreye sokulmaktadır.

Dizide Müslüman bir kızla evlenmenin Yahudi toplumunda ölümle sonuçlanabilecek kadar büyük bir sorun olarak yansıtılması ve nihayetinde Yahudi gencin, Müslüman kızla yaşadığı ilişkiye rağmen Yahudi bir kadınla evlenmesi, belirli bir anlatıyı destekleyen bir kurgu olarak görülmektedir. Bu durum, Netflix’in İsrail’e yönelik eleştirileri yumuşatma ve İsrail’in küresel imajını güçlendirme amacı taşıyan bir propaganda unsuru olduğu yönündeki iddiaları güçlendirmektedir.

Dizide Yahudilerin “sıradan” ve insani hikâyeler üzerinden sunulması, izleyicinin bilinçaltında “Siyonist, soykırımcı” İsrail imajını normalleştirme ve duyarsızlaştırma çabası olarak değerlendirilmektedir. Türk isimleri taşıyan, Türk kültürel kodları içinde sorunsuz bir şekilde yer alan Yahudi karakterlerin varlığı, bu algı yönetimi stratejisinin bir parçası olarak görülebilir.

Ekim 2023’ten itibaren küresel kamuoyunda “bebek katili” olarak anılmaya başlayan İsrail’in, bu olumsuz imajını düzeltmek için çeşitli stratejiler geliştirdiği açıktır. Eğer bu sürecin farkında olmazsak, bir Netflix dizisinde veya Google’ın algoritmik veri yönlendirmelerinde veya bir haber metninde İsrail’in dezenformasyon politikalarının bir ürünü olarak, Filistinlilerin 40 bebeğin kafasını kestiği ve cesetlerini gömdüğü şeklindeki temelsiz ve manipülatif iddiaların bir içerik, bir belgesel ya da dizi formatında sunulduğuna tanıklık edebiliriz.

İsrail terör devleti, medya ve dijital platformlar aracılığıyla küresel algıyı yönlendirme konusunda oldukça stratejik ve hazırlıklı bir pozisyondadır. Bu nedenle, algı yönetimi politikalarını fark etmek, dezenformasyonun önüne geçmek ve gerçek bilgiye ulaşabilmek için medya okuryazarlığı geliştirilmeli, çocukluk döneminden itibaren medya içeriklerine maruz kalan her bir medya tüketicisinin eleştirel düşünme becerileri güçlendirilmeli ve böylece medya manipülasyonlarına ve dezenformasyona karşı güçlü bir duruş geliştirilmelidir.

Terör devleti Siyonist İsrail ve onun destekçileri de algıları yönetebilseler de gerçeklerin her zaman ortaya çıkacağını da unutmamalıdırlar. Unutmayalım, savaş sadece Gazze’de değil artık!

Dr. Muhammed Ersin Toy, medya stratejistidir.
Muhammed Ersin Toy
Muhammed Ersin Toy

Muhammed Ersin Toy, ilköğretim ve lise eğitimini Malatya’da tamamladı. Marmara Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nden onur derecesiyle mezun olduktan sonra, aynı üniversitede İletişim Bilimleri Yüksek Lisans programında, sosyal medya ve siyasal iletişim ilişkisine odaklanan tez çalışmasıyla yüksek lisans derecesini aldı. 29 Mayıs Üniversitesi’nde Felsefe alanında yüksek lisans eğitimi aldı. Doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı’nda, Dijital Platformlar ve Netflix üzerine odaklanan çalışmasıyla onur derecesiyle tamamladı.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments