6 Mayıs itibarıyla CDU Genel Başkanı Friedrich Merz’in başbakanlık görevine resmen başlamasıyla Almanya’da yeni bir siyasi dönem açılmaktadır. Bu bağlamda, CDU/CSU tarafından belirlenen bakanlar kurulu, hem kabine kompozisyonu hem de bazı isimler açısından dikkat çekici unsurlar barındırmaktadır. Özellikle Dışişleri Bakanlığı’nın yaklaşık altmış yıl aradan sonra yeniden CDU tarafından üstlenilmesi, dış politikanın yönü açısından sembolik ve stratejik bir anlam taşımaktadır.
Yeni Dışişleri Bakanı Johann Wedepuhl’un CDU içindeki konumunun yanı sıra Türkiye’ye yönelik geçmişteki açıklamalarında sergilediği ılımlı ve diyaloga açık tutum, önümüzdeki dönemde Almanya’nın Türkiye politikalarında daha yapıcı ve rasyonaliteye dayalı bir yaklaşımın benimsenebileceğine işaret etmekte. Bu yaklaşım, özellikle son yıllarda inişli çıkışlı seyreden Almanya-Türkiye ilişkilerinde yeni bir sayfa açma potansiyeli taşımakta.
CDU/CSU’nun AfD’ye Yanıt Arayışı ve İç Güvenlik Politikaları
Trafik ışığı koalisyonunun (SPD, Yeşiller, FDP) sona ermesi ve yerine CDU/CSU ile SPD’nin oluşturduğu yeni koalisyon hükümetinin gelmesiyle birlikte, Almanya’da siyasal yönelimin sol-liberal çizgiden daha sağ-muhafazakâr bir eksene kaydığı gözlemlenmektedir. Bu doğrultuda, koalisyon müzakerelerinde CDU/CSU’nun üstünlük sağladığı ve bunun sonucunda hükümette daha fazla bakanlık (CDU/CSU 17, SPD 10) üstlendiği dikkat çekmekte. Bu güç dengesi, yalnızca kabine dağılımı açısından değil, aynı zamanda hükümetin temel politika öncelikleri bakımından da belirleyici bir rol oynamakta.
Özellikle aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin kamuoyu yoklamalarında yüzde 25 düzeyine ulaşarak CDU/CSU’yu (yüzde 24) geride bırakması, Hristiyan Demokrat ittifakın söylem düzeyinde daha sert pozisyonlar benimsemesine yol açmıştır. Bu durum, göç ve iltica politikalarına yönelik daha kısıtlayıcı bir tutumun öne çıkmasına neden olmuş ve CDU/CSU’nun “Migrationswende” (göç politikalarında dönüşüm) söylemiyle, eski Şansölye Angela Merkel’in (CDU) açık kapı politikasına açık bir mesafe koyduğu görülmüştür.
Yeni İçişleri Bakanı olarak Alexander Dobrindt’in (CSU) atanması da bu yönelimin kurumsal bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Dobrindt, muhafazakâr çizgisiyle bilinen bir siyasetçidir. Kamuoyundaki açıklamalarında “Asylwende” (iltica politikasında dönüşüm) çağrısıyla daha sıkı sınır kontrolleri ve geri gönderme anlaşmalarını savunmakta; bunun yanı sıra geçmişte hem eşcinsel evliliklerin yasal eşitliğine hem de çifte vatandaşlık uygulamasına karşı çıktığı bilinmektedir. Dolayısıyla yeni hükümetin iç politikadaki yönelimi, yalnızca AfD’ye karşı bir dengeleme stratejisi değil, aynı zamanda Almanya’nın toplumsal ve siyasal yapısında daha muhafazakâr bir yeniden yapılanmanın sinyallerini vermektedir.
Yeni hükümetin iç güvenlik gündeminin bir diğer ayağını ise “İslamcılıkla mücadele” başlığı altında Müslümanlara yönelik politikalar oluşturmakta. Bu doğrultuda, İçişleri Bakanlığı bünyesinde bu alana özgü kalıcı bir yapının tesis edilmesi planlanmaktadır. Ancak söz konusu yaklaşım, toplumsal güvenlik ile bireysel özgürlükler arasındaki dengeyi tartışmaya açmakta ve Müslüman topluma yönelik potansiyel ayrımcılık riskine işaret etmektedir.
Nitekim 2023 yılı itibarıyla Almanya’da kayda geçen 1926 İslam karşıtı olay –ki bunların 88’i cami saldırısıdır– toplumsal kutuplaşmanın boyutlarını gözler önüne seriyor. Bu çerçevede, CDU/CSU’nun toplumsal tabanını güçlendirmek ve AfD’nin etkisini sınırlandırmak amacıyla benimsemeye başladığı sağa yönelim stratejisinin, toplumsal uyum, çeşitlilik ilkesi ve demokratik değerler açısından önemli riskler barındırdığı söylenebilir.
Wadephul’un Türkiye’ye Yönelik Dış Politika Anlayışı
Yeni Dışişleri Bakanı Johan Wadephul’ün CDU içindeki konumu ve dış politika çizgisi, Türkiye ile ilişkiler bağlamında dikkat çekici bir potansiyel barındırmaktadır. Wadephul’ün geçmişteki açıklamaları, özellikle ikili ilişkilerde karşılıklı saygı ve stratejik iş birliğine dayalı bir yaklaşımı benimsediğini gösterir. Nitekim Temmuz 2022’de, dönemin Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Yunanistan ve Türkiye ziyaretleri sırasında sergilediği tutuma yönelik eleştirileri, Wadephul’ün yapıcı ve dengeli diplomasi anlayışını yansıtmaktadır. Baerbock’un Atina’dan Türkiye’yi kamuoyu önünde eleştirmesini “yardımcı olmayan bir yaklaşım” olarak nitelendiren Wadephul, Türkiye ile Yunanistan’ın özellikle NATO bağlamında vazgeçilmez iki ortak olduğunu vurgulamış ve bu tür ziyaretlerde üslubun baştan itibaren uzlaştırıcı olması gerektiğini ifade etmiştir. Wadephul’e göre, dış politika açısından doğru olan bir tutum dahi, diplomatik nezaket çerçevesinde doğrudan görüşmelerle iletilmelidir; aksi takdirde geleneksel arabuluculuk rolü zarar görebilir.
Şubat 2025’te yayımladığı bir değerlendirmede, Türkiye-Almanya ilişkilerinin çok katmanlı doğasına dikkat çeken Wadephul, dış ve güvenlik politikasında Türkiye’nin NATO bağlamındaki önemine özel vurguda bulunmuştur. Türkiye’nin NATO üyesi olarak güneydoğu kanadında Almanya’nın yakın güvenlik ortağı olduğunu belirten Wadephul, bu pozisyonun Alman dış politikası açısından göz ardı edilemeyecek bir stratejik gerçeklik olduğunu ifade etmiştir.
Aynı açıklamada Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarını tanıyan Wadephul, özellikle Suriye sınırındaki sivil ve askeri hedeflere yönelik saldırılara karşı Türkiye’nin kendini savunma hakkını teslim etmekle birlikte, bu hakkın orantılılık ve uluslararası hukuk çerçevesinde kullanılmasının altını çizmiştir. Bu yaklaşım, Wadephul’ün bir yandan Türkiye’nin güvenlik endişelerini ciddiyetle ele alan, diğer yandan da hukuk devleti ilke ve normlarını savunan dengeli bir siyaset anlayışını temsil ettiğini ortaya koymaktadır.
Buna ek olarak Wadephul, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politika pratiklerine yönelik CDU/CSU adına eleştirel bir mesafeyi koruduğunu belirtmiş; İsrail karşıtı sert açıklamaları ya da Türkiye’nin Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’taki askeri angajmanlarını Almanya-Türkiye ilişkileri açısından bir “yük unsuru” olarak nitelendirmiştir. Ancak bu eleştirilerin, ilişkilerin genel düzeyini zedelememesi gerektiğini vurgulayarak, ortaklık ilişkilerinin korunması yönünde ilkeli bir duruş sergilemiştir. Bu denge politikası, Almanya’nın Türkiye ile ilişkilerini salt eleştirel bir perspektiften değil, yapıcı bir stratejik ortaklık çerçevesinde yürütme arzusunu yansıtmaktadır.
Bu açıklamalar, Wadephul’ün Türkiye’ye yönelik yaklaşımının sadece taktiksel değil, aynı zamanda ilkesel düzeyde rasyonaliteye ve stratejik dengeye dayandığını göstermektedir. Dolayısıyla kendisinin dışişleri bakanlığı döneminde Almanya’nın Türkiye politikalarının daha öngörülebilir, istikrarlı ve diyalog temelli bir zemine oturması ihtimali güçlenmektedir.
Berlin’in Türkiye Politikasında Yeni Denge Arayışları
Wadephul’ün sergilediği bu dengeli yaklaşım, yalnızca bireysel bir tutumu yansıtmakla kalmamakta, aynı zamanda CDU/CSU ile SPD arasında varılan koalisyon mutabakatına da yansımış görünüyor. Koalisyon anlaşmasında Türkiye, “NATO içinde stratejik ortak, Avrupa Birliği’nin komşusu ve Orta Doğu’da etkin bir aktör” olarak tanımlanmakta ve özellikle güvenlik, göç, enerji ve bölgesel istikrar gibi alanlarda iş birliği yapılması gereken kilit bir ülke olarak konumlandırılmakta. Bu çerçevede, Almanya’nın Türkiye’ye yönelik politikalarında işlevsel iş birliğini önceleyen daha gerçekçi ve çıkar odaklı bir yönelimin benimsendiği anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte, Türk kökenli CDU milletvekili Serap Güler’in Dışişleri Bakanlığı’nda Müsteşar olarak görevlendirilmesi, hem sembolik hem de kurumsal açıdan dikkat çeken bir gelişme olmuştur. Bu atama, Almanya’nın göçmen kökenli siyasetçilerin yönetici pozisyonlarda yer almasına daha fazla alan açtığına işaret etse de gerçek etkisinin ne ölçüde politika yapım sürecine yansıyacağı zamanla görülecektir. Serap Güler’in Türkiye kökenli olması, Almanya-Türkiye ilişkilerinde toplumsal ve kültürel boyutların daha fazla dikkate alınabileceği yönünde bir beklenti doğurabilir ancak bu durumun dış politika karar alma mekanizmaları üzerindeki etkisi sınırlı kalabilir. Dolayısıyla bu gelişme, hem çeşitlilik söyleminin kurumsal pratiğe yansıması hem de Türkiye ile ilişkilerde sembolik bir açılım olarak değerlendirilebilir, fakat yapısal sonuçlar doğurup doğurmayacağı henüz belirsizdir.
Her ne kadar insan hakları, hukuk devleti ve demokratik standartlar gibi normatif ilkeler belge metninde yer alsa da bu unsurların artık ilişkilerin ön koşulu olarak değil, uzun vadeli hedefler doğrultusunda ele alındığı görülmektedir. Bu dönüşüm, Berlin’in Türkiye ile ilişkilerde daha az değer temelli, daha çok stratejik çıkarlar üzerinden şekillenen bir dış politika anlayışına yöneldiğini göstermektedir. Dolayısıyla Almanya’nın Ankara ile ilişkilerinde önümüzdeki dönemde daha fazla pragmatizm, karşılıklı bağımlılığın getirdiği esneklik ve çok katmanlı diyalog alanları ön planda olacaktır.
Sonuç
6 Mayıs itibarıyla göreve başlayan Merz hükümeti, Almanya’da iç ve dış politikada yeni yönelimlerin habercisi olmuştur. İç politikada muhafazakâr değerlerin, göç karşıtı söylemlerin ve güvenlik temelli önceliklerin öne çıkması dikkat çekerken; dış politikada ise Türkiye’ye yönelik daha dengeli, stratejik ve pragmatik bir yaklaşımın benimsendiği görülmektedir. Dışişleri Bakanı Wadephul’ün söylemleri, bu yeni yönelimi rasyonalite ve karşılıklı çıkar temelinde şekillenen bir çizgiye yerleştirirken Serap Güler’in müsteşarlık pozisyonu da kültürel boyutların dikkate alınabileceği bir açılımın sembolü niteliğindedir. Ancak söz konusu atamaların ve söylemlerin yapısal dönüşümlere yol açıp açmayacağı, uygulamaya dair somut adımlara bağlı olacaktır. Almanya’nın Türkiye politikasında normatif değerlerden çok stratejik iş birliğini önceleyen bu yeni denge arayışı, önümüzdeki dönemde ikili ilişkilerin seyrini belirleyecek temel parametrelerden biri olmaya adaydı.

