ABD-Çin ilişkileri uzun süredir büyük güç rekabeti kavramlarıyla tanımlanıyor. Yükselen bir güç, mevcut hâkim güçle karşı karşıya geldiğinde ortaya çıkan “kaçınılmaz çatışma” riskini ifade eden “Tukidides Tuzağı” son yıllarda bu rekabeti anlamlandırmada sıkça başvurulan bir teori haline geldi. Xinru Ma ve David C. Kang, Beyond Power Transitions: The Lessons of East Asian History and The Future of US-China Relations adlı kitaplarında, 2 bin 500 yıl önce iki Yunan şehri arasındaki bir savaşa bakarak bugüne dair çıkarımlarda bulunmanın yanıltıcı olabileceği konusunda yerinde uyarılarda bulunuyorlar. Ben bu yazıda hadiseye Tukidides Tuzağı perspektifinden değil, konuyu biraz daha popüler hale getirerek bir futbol metaforuyla yaklaşmak istiyorum.
Bu, sadece iki ülke arasındaki bir çekişme değil, dünyanın coğrafi ve ideolojik olarak iki yakasının karşı karşıya geldiği bir dünya derbisi. Artık uluslararası ilişkilerin Dünya Kupası finaline tanıklık ediyoruz. Elbette ABD sahaya favori çıkıyor. Ancak Çin, büyük bir özgüvenle finale kadar yükseldi ve güçlü rakibine karşı kupayı kaldırmak arzusunda. Özellikle ikinci Trump dönemi, ABD’nin rakibine karşı tam saha, tam süre pres stratejisini benimseyeceği bir senaryoya işaret ediyor.
Şimdi merak edilen şu: Çin, bu yoğun baskıyı kırıp, etkili geçiş oyunlarıyla skoru lehine çevirebilecek mi? Maçın sonucu, küresel düzenin geleceğini belirleyebilir. Çünkü küresel güç dengelerinin yeniden şekillendiği sahada, atılan her adımın etkileri tüm dünyada hissediliyor. Özellikle ikinci Trump döneminde daha da sertleşebilecek rüzgarların, Çin-ABD ilişkilerini hangi yöne savuracağı ve dünyanın geri kalanının bundan nasıl etkileneceği büyük bir soru işareti.
Kazan-Kazandan Sıfır Toplamlı Oyuna
Birinci Trump dönemiyle birlikte ABD-Çin ilişkilerinin temel dinamikleri köklü bir değişime uğradı. Obama döneminde ABD-Çin ilişkileri, küresel sistemde her iki tarafın da kazanabileceği bir model üzerine inşa edilmeye çalışılıyordu. Ancak Trump yönetimi, bu denklemi radikal biçimde değiştirdi. Obama yıllarında Çin’in ileri sürdüğü “büyük devletler arası yeni tip ilişki” (新型大国关系, Xinxing Daguo Guanxi) kavramı, kısa sürede retorikten öteye geçemeyen bir söylem olarak kaldı. ABD tarafı, Çin’in bu yaklaşımını karşılıklı fayda temelinde bir iş birliği olarak görmek yerine, Pekin’in küresel güç dengesini kendi lehine değiştirme çabası olarak algıladı.
Evet, büyük güçler arasında yeni bir dönem başlıyordu, ancak bu dönem, Çin’in kadim metinlerinde tasvir edildiği türden “Göğün altında bir uyum ve barış ortamı” değil, daha çok sıfır toplamlı bir rekabetin sahnesi haline geliyordu. Yine Çin tarihinden bir adlandırmayla tarif edecek olursak, dünya henüz bir “Savaşan Devletler” döneminde olmasa da gücün farklı savaş ağaları arasında bölündüğü bir “Üç Beylik” (“Çok Kutupluluk”) dönemine girmekteydi.
Trump’ın ilk döneminde ikili ilişkilerin kelime dağarcığı hızla değişti. “İşbirliği, ortaklık ve küreselleşme” gibi ifadeler yerini “rekabet, ayrışma, gümrük tarifesi ve ticari korumacılık” gibi terimlere bıraktı. ABD, Çin’i sistemin mevcut kurallarına entegre etmeye çalışmak yerine, artık onu küresel düzene karşı bir meydan okuma olarak görüyordu.
Trump şimdi bir kez daha Beyaz Saray’a dönerken, Çin’le ilişkilerde nasıl bir yol izleyeceği en büyük soru işaretlerinden biri. Ulusal Güvenlik Konseyi, Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığında önemli pozisyonlara Çin şahinleri atandı. Ancak Elon Musk gibi iş dünyasının çıkarlarını önceleyen isimler ve Trump’ın pragmatist tarafı, iki ülke arasında yeni bir müzakere zemini oluşturabilir.
Aslında, Batı’daki Trump karşıtı söylemlerin aksine, Trump zaman zaman uzlaşmacı bir lider olduğunu kanıtladı. Kuzey Kore lideriyle doğrudan görüşmesi, Putin ile denge siyaseti kurmaya çalışması ve Xi Jinping’i göreve başlama törenine davet etmesi, başka herhangi bir ABD başkanının kolay kolay cesaret edemeyeceği hamlelerdi. Çin açısından bakıldığında Trump yönetimiyle müzakere edebilmek, Biden dönemine kıyasla daha kestirilebilir bir süreç olabilir. Çinliler, 2020’nin başında Faz 1 ticaret anlaşmasına vardıkları Trump ile yeni bir anlaşma zemini oluşturmanın zor da olsa imkânsız bir görev olmayacağını düşünüyordur. Zira Trump, ekonomik çıkarları ön planda tutan bir lider ve Çin ile ticaretin tamamen kesilmesinin ABD ekonomisine vereceği zararın farkında.
ABD Tarife Duvarlarını Yükseltiyor, Çin Yapay Zekâyla Sınırları Zorluyor
ABD ile Çin arasındaki ekonomik çekişme, bir yandan Çin’in devlet sübvansiyonları ve kapasite fazlası gibi etmenlerin altını çizerken, diğer yandan küresel ticaretin temel dengesizliklerini gözler önüne seriyor. ABD, dünya genelindeki imalat mallarının yalnızca yüzde 15’ini üretmesine rağmen, küresel tüketimin yaklaşık yüzde 30’unu oluşturuyor. Buna karşılık, Çin küresel üretimin yüzde 32’sini sağlarken, tüketimde yalnızca yüzde 12’lik bir paya sahip. Bu yapısal dengesizlik, ticaret politikalarının sertleşmesine ve korumacı tedbirlerin artmasına yol açıyor.
Trump, 2 Nisan itibarıyla ABD’ye ithal edilen otomobillere, çiplere yarı iletken ve ilaçlara yüzde 25 gümrük vergisi uygulamayı planladığını açıkladı. Daha önce Çin’den gelen mallara yüzde 10, tüm çelik ve alüminyum ithalatına ise yüzde 25 oranında ek vergiler getirilmişti. Trump, bu hamlelerinin ABD’nin zayıflayan sanayisini canlandıracağını savunuyor, ancak bu stratejinin aynı zamanda çok cepheli bir ticaret savaşını tetikleme riski taşıdığı açık. Trump, gümrük tarifelerinin yalnızca ekonomik bir önlem olmadığını, aynı zamanda bir pazarlık aracı olarak kullanıldığını açıkça belirtiyor.
Her ne kadar Çin dünyanın en büyük çelik üreticisi ve ihracatçısı konumunda olsa da, ABD’ye doğrudan yaptığı ihracat oldukça sınırlı. 2018’de yürürlüğe giren yüzde 25’lik çelik tarifeleri, Çin çeliğini büyük ölçüde ABD pazarından dışladı. 2023 itibarıyla Çin’in ABD’ye ihraç ettiği çelik miktarı 508.000 ton olup, bu rakam ABD’nin toplam çelik ithalatının yalnızca yüzde 1,8’ine denk geliyor. Dolayısıyla son gümrük tarifelerinin asıl hedefi, Çin’in üçüncü ülkeler aracılığıyla ABD pazarına girmesinin önüne geçmek. Washington, Çin menşeili çeliğin Güneydoğu Asya gibi bölgelerde işlenerek dolaylı yollarla ABD’ye girdiğini ve bu arka kapı ticaretiyle tarifelerden kaçınıldığını düşünüyor. Nitekim Çin’in ihracatında herhangi bir azalma emaresi yok ve ülkenin ticaret fazlası tarihi bir zirve yaparak 2024’te 1 trilyon dolar seviyesine ulaşmış vaziyette. Çin gümrük verilerine göre, ülkenin ABD ile ticaret fazlası 2024’te bir önceki yıla göre yüzde 6,9 artarak 361 milyar doları geçmiş durumda.
Diğer yandan Çin belirli ABD mallarına gümrük vergileri getirerek, kritik minerallerin ihracatına kısıtlamalar uygulayarak ve ABD merkezli Google şirketine karşı bir tekel karşıtı soruşturma başlatarak ilk karşılığını verdi. Yine de ikinci Trump döneminde Çin’in kendisine karşı açıklanan her gümrük tarifesine anında misilleme yapacağı kanaatinde değilim. Sınırlı ticaret savaşı taktiklerinin yeterli olmadığını Trump’ın ilk döneminde gören Çin bu kez daha sistemli ve uzun vadeli tepkiler verecektir. Asıl yanıtı ise kritik teknolojilerde olacaktır. Tekno-jeopolitik rekabette Çin adına devrim sayılabilecek son DeepSeek atılımı bir işaret fişeği gibiydi.
Çin Teknoloji A Takımını Topladı
Washington’un ticaret savaşlarında tarife silahına sıkça başvurmasıyla birlikte Çin uzun vadeli ekonomik stratejilerini yeniden şekillendiriyor. Son yıllardaki gelişmeler Pekin’i yüksek teknolojiye dayalı bir dönüşüm sürecini hızlandırmaya zorluyor. Bu bağlamda, Çin’in teknoloji sektörüne yaptığı yatırımlar, ticaret savaşlarına karşı verilen en stratejik yanıt olarak görülüyor. ABD’nin tarifelerle sınırlamak istediği Çin sanayisi, düşük katma değerli üretimden yüksek teknolojiye dayalı yeni bir büyüme modeline yönelerek yanıt veriyor.
Bu dönüşümün en önemli göstergelerinden biri, Xi Jinping’in 17 Şubat’ta Çin’in en büyük özel sektör liderleriyle gerçekleştirdiği kritik toplantıydı. Özellikle devlet şirketlerine verdiği önemle bilinen ve Parti içerisinde Marksist sol politikaları savunan Xi Jinping’in döneminde eşine az rastlanan bu toplantıya, Huawei, BYD, CATL, Alibaba, son yapay zekâ atılımıyla dünyanın dikkatini çeken DeepSeek ve daha birçok şirketin kurucuları katıldı. Bir süredir ortalarda görülmeyen Alibaba kurucusu Jack Ma bile oradaydı. Bu toplantı Çin’in teknoloji devleri ve özel sektörle yeni bir denge kurmaya çalıştığının bir işareti olarak değerlendiriliyor. Çin içinde ve dışında toplantıya gerçekten büyük bir önem atfedildi. Çin’i izleyen medya organları ve araştırmacılar, toplantıyı oturma planının detaylarına kadar analiz ederek, ülkenin ekonomi ve teknoloji politikalarına dair çıkarımlarda bulundu.
Çin, Çin’den İbaret Değil
Çin, ABD ile olan ticaret gerilimlerinin etkisini azaltmak amacıyla, ihracat pazarlarını çeşitlendirme ve üretim tesislerini diğer ülkelere kaydırma stratejileri benimsemektedir. Bu yaklaşım, Çin’in ABD pazarına olan bağımlılığını azaltarak, ekonomik direncini artırmayı hedefliyor. Ayrıca, Çin hükümeti iç talebi teşvik ederek, ekonomisinin dış şoklara karşı daha dayanıklı hale gelmesini amaçlıyor.
Tarifeler ABD ile Çin arasındaki doğrudan ticaret bağlantılarını kopardıkça, ticaret giderek daha dolaylı yollarla gerçekleşiyor. Son dönemde Çin medyasında öne çıkan sektörel haberler, Çinli firmaların yurt dışı pazarlardaki varlıklarını çeşitlendirme ve yerelleşme çabalarını hızlandırma eğiliminde olduklarını gösteriyor. Çinli e-ticaret platformları, Ortadoğu pazarlarında büyüme fırsatları ararken, otomobil üreticileri Güneydoğu Asya ve Orta Asya’nın hızla genişleyen pazarlarına yöneliyor. Çin’in son dönemdeki dış yatırımları, Çinli firmaların sadece ihracat yapmaktan öte, doğrudan üretim ve dağıtım ağları kurarak bölgesel ekonomilere entegre olma stratejisini benimsediğini gösteriyor.
Çin’in küresel ticaretteki genişlemesi sadece doğrudan yatırımlar ve ticari iş birlikleriyle sınırlı değil. Aynı zamanda gümrük tarifelerinden kaçınmak için menşe değişiklikleri gibi tartışmalı yöntemler de gündeme gelmiş durumda. Son olarak, Vietnam, Trump döneminde getirilen yüksek gümrük vergilerinden kaçınmak isteyen ihracatçılar tarafından “Vietnam Malı” olarak yeniden etiketlenen Çin menşeili mallara karşı önlem alacağını duyurdu. Vietnamlı gümrük yetkilileri, bazı ithalatçıların Çin’den gelen malları yasa dışı olarak “Vietnam Malı” etiketiyle yeniden paketlediğini ve ardından bu ürünleri ABD, Avrupa ve Japonya’ya ihraç etmek için Vietnam menşe sertifikası talep ettiğini iddia etti. Bu durum, Vietnam gibi üretim merkezlerinin, büyük küresel ekonomiler arasındaki ticaret savaşlarında nasıl bir ara istasyon haline geldiğini de gösteriyor.
Çin’in küresel güç mücadelesinde en aktif olduğu bölgelerden biri Güneydoğu Asya. Burası, ABD ile Çin’in menfaatlerinin doğrudan çarpıştığı en kritik sahalardan biri ve bölgenin stratejik önemi her geçen gün artıyor. Eğer bu mücadeleyi aynı futbol derbisi üzerinden düşünürsek, maçın “ısı haritasına” baktığımızda topun en çok oynandığı bölgelerden birinin Güneydoğu Asya olduğunu söyleyebiliriz. Ekonomik potansiyeli yüksek, ticaret yolları açısından kilit bir konumda ve büyük yatırımlara ev sahipliği yapıyor. Ancak burada jeopolitik riskler de aynı oranda büyüyor. Ortadoğu’daki vekalet savaşları büyük güçlerin doğrudan karşı karşıya gelmesini bir süreliğine erteleyebilirken, Güneydoğu Asya’da böyle bir tampon mekanizma bulunmuyor. Tayvan sorunu ve Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik ihtilafları, yalnızca ticari ve diplomatik rekabetle geçiştirilemeyecek kadar büyük gerilimler yaratıyor. Bu bölgedeki çıkar çatışmaları, büyük ölçekli bir kriz veya sıcak bir çatışmanın fitilini ateşleyebilir.
Çin Avrupa’yı Bu Kez İkna Edebilir mi?
Trump yönetimi tarife kartlarını yeniden sahaya sürerken, Çin’in ekonomik ve diplomatik hamleleri yalnızca Güneydoğu Asya ile sınırlı kalmayacaktır. ABD’nin Avrupa’yı yabancılaştıran söylemleri, Pekin’e Avrupa’da yeni iş birliği fırsatları yaratma şansı sunabilir.
Trump’a göre Avrupa ülkeleri, ABD ile yaptıkları ticaret anlaşmalarından haksız yere faydalanıyor ve Amerikan güvenlik garantilerinden bedavaya yararlanıyor. Bu belirsizlik ortamında, Çin AB ile stratejik bağlarını güçlendirme fırsatına sahip. Münih Güvenlik Konferansı’nda Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, Avrupa liderleriyle bir dizi toplantı yaptı ve Pekin’in çok kutuplu bir dünya düzeninde Avrupa’yı önemli bir aktör olarak gördüğünü vurguladı. Pekin zaten uzunca bir süredir büyük Avrupa ülkelerini “stratejik özerkliklerini” korumaya çağırıyor. Bu çağrıyla Çin, büyük Avrupalı güçlerin en azından ABD hegemonyasından bağımsız hareket etmelerini umuyor. (Ancak bu stratejik özerklik, orta ölçekli güçleri illa Çin’in yörüngesine çekmeyebilir.)
Avrupa, artan gümrük vergileri ve büyüyen savunma harcamaları nedeniyle ciddi bir ekonomik baskı altında. ABD’nin küresel ticarette giderek daha korumacı bir tutum benimsemesi, Avrupa’nın Çin’e yönelik çekincelerine rağmen, Pekin’i daha cazip bir ekonomik ortak haline getirebilir. Tabii Pekin’in bu fırsatı değerlendirip değerlendiremeyeceğini kestirmek güç. Daha önce de Çin ile AB arasında birçok kez yatırım anlaşmaları imzalanma noktasına gelindiyse de süreçler akamete uğradı.
Bu noktada, Çin’in Avrupa diplomasisinde ilginç bir atamaya dikkat çekmek lazım. Çin-Avrupa ilişkilerinin kırılgan bir dönemeçten geçtiği bir süreçte Çin’in Avrupa ile İlişkiler Özel Temsilcisi olarak atanan Büyükelçi Lu Shaye, Paris Büyükelçiliği döneminde yaptığı şahin açıklamalarla tanınıyor. Özellikle 2023’te eski Sovyet devletlerinin “uluslararası hukukta etkili bir statüye sahip olmadığı” yönündeki açıklaması, Avrupa’da ciddi tepkilere yol açmıştı. Şimdi böyle bir ismin Avrupa işlerinden sorumlu olmasına, Avrupalı diplomatlar anlam vermeye çalışıyor.
Lu Shaye’nin şahin tarzının Avrupa’yla ilişkilerde sanıldığı kadar belirleyici olacağı kanaatinde değilim. Çin siyasetinde kişisel tarz, majör politikanın bir gereği olarak sahnelenen bir söylem tekniğidir ve politika değişirse bu tarz da değişir. Bu açıdan Lu Shaye’nin şahin çıkışları, Çin liderliği tarafından sıkı bir şekilde sınırlandırılacaktır. Devletin başı olarak Xi Jinping ve dış politikanın başı olarak Wang Yi’nin belirlediği çerçevede hareket edecek ve genel diplomatik atmosferle uyum sağlayacaktır. Fakat yine de böyle bir ismin Avrupa ilişkilerinden sorumlu tutulması, Pekin’in ilerleyen dönemde yalnızca ekonomik fırsatları değil, stratejik çıkarlarını da sert bir şekilde savunmaya hazır olduğunun işareti olabilir.
Ev Ödevini İyi Yapan Avantajlı Olacak
Çin ile ABD arasındaki yeni tarife savaşları, yalnızca iki ülkenin ekonomilerini değil, küresel ticaret sistemini de derinden sarsıyor. Dünyanın dört bir yanındaki hükümetler ve iş çevreleri, bu dev çekişmenin nasıl sonuçlanacağını anlamak için tribünlerde yerlerini almış durumda. Üçüncü taraflar bir yandan sahadaki maçı izlerken, bir yandan kendi konumlarını tayin etmeye çalışıyor. AB, çok kutuplu bir dünyada bağımsız bir küresel aktör olabilir mi? Küresel tedarik zincirleri değişirken, Türkiye gibi ülkeler yeni üretim merkezleri olarak öne çıkabilir mi?
Son olarak şunu da eklemek gerekir ki, bu rekabette kazananı sadece dış politika hamleleri değil, belki daha da önemlisi iki ülkenin kendi iç dinamikleri belirleyecek. ABD ve Çin’in uzun vadeli başarıları, yalnızca birbirlerine karşı aldıkları pozisyonlarla değil, kendi içlerindeki siyasi, ekonomik ve sosyal meseleleri nasıl yönettikleriyle doğrudan ilişkili. ABD, iç siyasi kutuplaşmayı ve ekonomik eşitsizlikleri yönetebilecek mi? Çin, yavaşlayan büyümesini ve demografik değişimlerini nasıl dengeleyecek? Halen belirsizliğini koruyan Xi Jinping sonrası için nasıl bir politik geçiş yaşanacak ve bu süreçte Çin toplumsal ve ekonomik istikrarını muhafaza edebilecek mi? Bu soruların yanıtı, küresel rekabette hangi tarafın daha sağlam bir zeminde ilerleyeceğini belirleyecek. Aynı zamanda dünyaya daha fazla küresel kamu ürünü sunabilen taraf, dost çevresini genişletme fırsatı bulacak. Küresel finans, teknoloji ve tedarik zincirlerinde kim daha güçlü bir güven ortamı inşa ederse, ayakta kalan o olacak.

