Cuma, Ekim 10, 2025
Ana SayfaYayınlarAnalizANALİZ | İran’la Yeni Bir Nükleer Anlaşma Mümkün mü?

ANALİZ | İran’la Yeni Bir Nükleer Anlaşma Mümkün mü?

ABD ile İran arasında 19 Nisan Cumartesi günü Roma’da gerçekleştirilen nükleer müzakerelerin ikinci turunda taraflar, teknik uzmanların dört gün sonra çalışmalara başlaması konusunda vardıkları mutabakatla birlikte somut bazı ilerlemeler kaydetmiştir. Ancak müzakerelerin somut bir anlaşmayla sonuçlanıp sonuçlanmayacağına dair ciddi şüpheler varlığını korumaktadır. Trump yönetimi içerisindeki sertlik yanlıları ve İsrail’in çabaları, sürecin önünde hâlen ciddi engeller oluşturmaktadır. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, İran’a süresiz nükleer kısıtlamalar getirilmesini ve “snapback” mekanizmasının devreye sokulmasını savunarak müzakereleri zora sokan bir çizgi izlemektedir. Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz ise İran’ın nükleer programının tamamen sökülmesi gerektiğini açıkça dile getirmektedir. Özel Temsilci Steve Witkoff, kısa süreliğine daha ılımlı bir yaklaşım sergileyerek İran’ın uranyumu %3,67 oranına kadar zenginleştiren bir programı sürdürebileceğini belirtmiştir. Ancak kısa süre sonra bu ifadelerinden geri adım atmış ve Başkan Donald Trump’ın resmî tutumunu yineleyerek, İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesinin tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini ifade etmiştir. Bu söylem ve pozisyonlar, diplomasinin alanını daraltmakta ve nükleer müzakerelerin kırılgan zeminini tehdit etmektedir. Donald Trump, mevcut süreçte askeri müdahale seçeneği yerine diplomatik çözüm yollarına öncelik vermekte ve kendisi açısından tarihî nitelikte sayılabilecek bir anlaşmaya ulaşmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda Trump’ın 2018 yılında ABD’yi tek taraflı olarak çektiği Ortak Kapsamlı Eylem Planı’na (JCPOA) kıyasla daha iyi olduğunu iddia edebileceği bir anlaşmaya ihtiyacı vardır; ne var ki bu hedefe ulaşmak kolay görünmemektedir.

İran’ın Üç Aşamalı Nükleer Anlaşma Teklifi

Tahran’ın müzakere pozisyonu İran Lideri Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen kırmızı çizgiler doğrultusunda şekillenmekte ve bu çizgilerden taviz verilmesinin kesinlikle mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Buna göre, İran yönetimi; uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin tamamen durdurulması, santrifüj altyapısının sökülmesi ya da zenginleştirilmiş uranyum stokunun 2015 yılında imzalanan JCPOA’daki seviyelerin altına çekilmesi gibi talepleri kabul etmemektedir. Ayrıca, İran füze programını da nükleer müzakerelerin kapsamı dışında görmekte ve bu alanda herhangi bir müzakereye açık olmadığını belirtmektedir. Rejim muhalifi İran medyasına yansıyan haberlere göre, İran 13 Nisan Cumartesi günü Umman’da gerçekleştirilen birinci tur görüşmeler sırasında, ABD heyetine üç aşamalı bir nükleer öneri sunmuştur. İddia edilen öneri ile Tahran’ın müzakere söylemlerinin uyumlu olduğu görülmektedir.

Bu bağlamda önerinin ilk aşamasında İran, ABD tarafından dondurulan finansal varlıklara erişim ve petrol ihracatına yönelik kısıtlamaların kaldırılması karşılığında, uranyum zenginleştirme faaliyetlerini geçici olarak %3,67 seviyesine indirmeyi taahhüt etmektedir. Bu oran, 2015 yılında imzalanan JCPOA kapsamında kabul edilen sınırı yansıtmaktadır. Planın ikinci aşaması ise daha kapsamlı adımlar içermektedir. Bu aşamada Tahran, ABD’nin İran’a yönelik birincil yaptırımları kaldırması ve E3 ülkeleri —İngiltere, Almanya ve Fransa—tarafından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi nezdinde “snapback” mekanizmasının devreye sokulmasının engellenmesi durumunda, yüksek düzeyde uranyum zenginleştirme faaliyetlerine kalıcı biçimde son vereceğini bildirmiştir. İran ayrıca, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) denetim rejimini yeniden kabul etmeye hazır olduğunu ve bu çerçevede, UAEA’nın daha sıkı ve ani denetimler gerçekleştirmesine imkân tanıyan Ek Protokol’ün yeniden yürürlüğe konulacağını belirtmiştir. Üçüncü ve nihai aşamada ise taraflar arasında daha kalıcı bir mutabakat hedeflenmektedir. Buna göre, ABD Kongresi’nin önerilecek yeni anlaşmayı onaylaması ve Washington’ın İran’a yönelik hem birincil hem de ikincil yaptırımları kaldırması karşılığında, İran’ın yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stoklarını üçüncü bir ülkeye transfer etmesi öngörülmektedir. Bu düzenleme, İran’ın sivil amaçlı nükleer faaliyetlerine sınırlı bir alan tanımaktadır. Aynı zamanda, silah düzeyinde nükleer yetenek geliştirmesini yapısal olarak imkânsızlaştırmayı hedeflemektedir.

Tahran tarafından sunulduğu iddia edilen bu üç aşamalı öneri, uranyum zenginleştirmesine belirli bir üst sınır getirmekle birlikte, gelişmiş santrifüjlerin (örneğin IR-8) korunmasına izin vermektedir. Söz konusu IR-8 modelinin, birinci nesil IR-1 santrifüjlere göre on altı kat daha verimli olduğu iddia edilmekte ve bu da İran’ın teknolojik ilerlemesinin geldiği noktayı göstermektedir. Öte yandan, önerilen planda anlaşma aşamalarına dair açık bir zaman çizelgesine yer verilmemektedir; bu eksiklik, İran’ın nükleer programını hızla yeniden tesis edebilme kapasitesini koruyabileceği yönündeki endişeleri artırmaktadır. Eski Birleşmiş Milletler silah denetçisi David Albright’ın 18 Nisan’da yaptığı açıklamalar da bu kaygıyı desteklemektedir. Albright’a göre, İran mevcut santrifüj kapasitesini elinde bulundurmaya devam ettiği takdirde, yalnızca küçük bir düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum (LEU) stoku ile dahi 25 gün içinde silah kalitesinde uranyum üretebilecek teknik yeterliliğe sahiptir. Nitekim İran, 2015 yılında imzalanan JCPOA’dan bu yana operasyonel santrifüj sayısını ciddi biçimde artırmış ve nükleer altyapısını önemli ölçüde geliştirmiştir. Sonuç olarak, İran’ın önerdiği üç aşamalı anlaşma modeli, görünürde zenginleştirmeye üst sınır getiriyor olsa da ülkenin nükleer silah üretimi açısından kritik altyapısını muhafaza etmesine olanak tanımaktadır. Bu nedenle söz konusu teklif, hem ABD’nin “silaha giden tüm yolların kapatılması” yönündeki hedefiyle hem de kalıcı bir denetim mekanizması kurma beklentileriyle çelişmektedir.

İsrail Faktörü: Washington-Tel Aviv Hattı

Steve Witkoff’un ABD adına yürüttüğü nükleer diplomasi süreci, İsrail’in dikkatli ve yer yer müdahaleci takibi altındadır. Witkoff’un, İran ile yürütülen nükleer müzakereler öncesinde İsrailli yetkililerle gerçekleştirdiği gizli görüşmeler, uluslararası medyada dikkat çekici biçimde yer bulmuştur. Bu temaslar, İsrail’in ABD’nin diplomatik girişimlerine yönelik müdahalelerini ve bu müdahalelerin müzakere sürecine etkilerini tartışmaya açmıştır. 18 Nisan 2025 tarihinde, Witkoff’un Paris’te İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer ve Mossad Başkanı David Barnea ile gerçekleştirdiği gizli görüşmenin, ABD’nin İran’a yönelik tutumunu etkilemeye yönelik olduğu değerlendirilmiştir. Roma’daki müzakereler sırasında da benzer bir gözlem kaydedilmiş; Dermer’in Witkoff’un konakladığı otelde görülmesi, İsrail’in sürece olan ilgisinin sürdüğünü göstermiştir. Steve Witkoff’un bulunduğu her yerde İsrail’den Ron Dermer ve Mossad Başkanı David Barnea’nın da hazır bulunması elbette tesadüf olarak değerlendirilemez. Bu durum, Trump’ın İran ile yürütmeye çalıştığı diplomatik süreci sabote etmeye yönelik bir çabanın parçası olarak okunmalıdır.

Ancak Trump yönetimiyle yürütülen son temaslar, İsrail’in diplomatik anlamda manevra alanının daraldığını göstermektedir. Trump yönetiminin İsrail’in bilgisi dâhilinde ya da dışında, İran’la doğrudan müzakere süreçlerine girişmesi, Netanyahu’nun bölgesel gündeminin sınırlı bir etkisi olduğunu ortaya koymaktadır. Trump’ın İsrail lideriyle birlikte kameralar karşısına çıkarken ABD-İran müzakerelerinin başlatıldığını açıklaması, ABD’nin İsrail’in tehdit algılarına rağmen alternatif çözüm yollarını değerlendirmeye açık olduğunu göstermektedir. Netanyahu’nun “askerî müdahale dışında İran’ın nükleer silah edinmesini önlemenin mümkün olmadığı” yönündeki yaklaşımı ise Trump nezdinde şimdilik kabul görmemektedir. İronik biçimde, İsrail’in İran’a yönelik saldırı söylemleri ve olası ABD müdahalesi tehdidi, Tahran’ı daha fazla diplomasiye zorlayarak Netanyahu için istenmeyen bir senaryo (anlaşma) doğurabilir. Öte yandan, diplomatik çözüm başarısız olursa İsrail başbakanı bu durumu stratejik kazanca dönüştürebilir. Ancak mevcut siyasi bağlamda Netanyahu’nun Washington üzerindeki nüfuzu sınırlı görünmektedir.

Nükleer Müzakerelerin Geleceği

Beyaz Saray’daki görüş ayrılıkları belirginliğini korumakla birlikte, anlaşmaya varılmasına yönelik çabalar devam etmektedir. Bu sürecin başarıya ulaşabilmesi, öncelikle taraflar arasında olası bir anlaşmanın kapsamı, uygulama mekanizmaları ve nihai hedefleri konusunda asgari bir mutabakatın sağlanmasına bağlıdır. Bu çerçevede, İran’ın nükleer programını tamamen ortadan kaldırmak gibi gerçekçilikten uzak hedefler yerine, ülkenin nükleer kapasitesini silah üretiminden güvenilir biçimde uzak tutacak ve JCPOA’nın teknik ve doğrulayıcı denetimlerini daha gelişkin hâle getirecek yeni bir diplomatik çerçevenin oluşturulması, sürecin sürdürülebilirliği açısından kritik önemdedir. Zira İran’ın nükleer silah edinmesini önlemenin en rasyonel ve kalıcı yolu; karşılıklı kabul edilebilir, denetlenebilir ve siyasi olduğu kadar ekonomik kazanımlar da içeren gerçekçi bir mutabakat temelinde ilerleyen diplomatik bir model geliştirmekten geçmektedir. Aksi takdirde Rubio’nun temsil ettiği türden öneriler, müzakere olasılığını zayıflatmakla kalmayıp doğrudan bir bölgesel çatışma sürecini tetikleyebilecek sonuçlar doğurma potansiyeli taşımaktadır.

Bu çerçevede, Trump yönetiminin müzakerelerin ilk aşamalarında yaptırımların hafifletilmesine açık bir tutum sergilemesi, sürece hem teknik hem de siyasi düzeyde esneklik kazandırabilir. Söz konusu yaklaşım, yalnızca teknik konularda manevra alanı açmakla sınırlı kalmayıp İran tarafına somut ekonomik kazanımlar sunarak karşılıklı güvenin yeniden tesisi açısından da önemli bir fırsat yaratmaktadır. İran ekonomisinin uzun yıllara yayılan yaptırımlar nedeniyle ciddi yapısal kırılganlıklar taşıdığı göz önüne alındığında, Amerikan özel sektörünün İran pazarına yeniden erişim sağlaması, her iki taraf açısından da ekonomik olduğu kadar stratejik faydalar sağlayabilir. İran, geniş tüketici tabanı, ciddi altyapı ihtiyacı ve görece korunaklı iç pazarıyla Amerikalı yatırımcılar için hâlâ büyük ölçüde “bakir” bir ekonomi olarak değerlendirilmektedir.  Bu bağlamda, Amerikan şirketlerinin bu pazarda yeniden etkinlik kazanması, Washington açısından yalnızca ekonomik bir kazanç değil, aynı zamanda müzakerelerin sürdürülebilirliği açısından da stratejik bir kaldıraç işlevi görebilir. Dahası, İran ile ekonomik etkileşimin yeniden tesis edilmesi, ABD’nin yeni bir anlaşmaya bağlı kalma iradesini yalnızca diplomatik söylemlerle değil, pratik çıkar ilişkileri üzerinden de kurumsallaştırmasına imkân tanır. Bu tür ekonomik entegrasyon, Washington’un taahhütlerine olan bağlılığını siyasi açıdan güvence altına alabilecek en etkili araçlardan biri olarak değerlendirilebilir.

Son olarak, İran’ın nükleer üretim kapasitesinin yarattığı acil zaman (breakout time) baskısı da müzakere sürecinin gidişatını belirleyen önemli bir etkendir. 2015 yılında imzalanan JCPOA çerçevesinde, İran’ın bir nükleer silaha ulaşmasının aylar, hatta yıllar alacağı genel kabul gören bir değerlendirmeydi. Bu zaman aralığı, sorunun barışçıl yollarla çözümünü hedefleyen bir anlaşmaya varılması için önemli bir diplomatik fırsat alanı yaratmaktaydı. Ancak günümüzde bu stratejik zaman avantajı büyük ölçüde ortadan kalkmış durumdadır. Mevcut teknik veriler, İran’ın yalnızca bir ya da iki hafta içerisinde bir nükleer silah için yeterli düzeyde zenginleştirilmiş uranyum üretebilecek kapasiteye ulaştığını göstermektedir. Ayrıca önümüzdeki birkaç ay içerisinde beş nükleer silah üretimine yetecek miktarda malzeme biriktirme potansiyeline sahip olduğu değerlendirilmektedir. Her ne kadar ABD istihbaratı İran’ın geleneksel anlamda nükleer bir silah inşa etme sürecine girmediğini öne sürse de, ülkenin nükleer düzeneğe ilişkin önemli teknik ilerlemeler kaydettiği açıktır. Dolayısıyla, müzakerelerin çökmesi ve İran’ın nükleer tesislerine yönelik olası bir askeri müdahale durumunda, Tahran’ın hem JCPOA’dan hem de Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan (NPT) çekileceğini ve bu koşullarda nükleer silahlanma yoluna gidebileceğini açıkça beyan etmiş olması, en tehlikeli senaryoyu gündeme getirmektedir. Böyle bir stratejik kırılma, yalnızca Orta Doğu’yu derin bir jeopolitik kaosa sürüklemekle kalmaz, aynı zamanda İran’ı ikinci bir Kuzey Kore’ye dönüştürme riskini de beraberinde getirir.

Doç. Dr. İsmail Sarı, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesidir
RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments