Giriş
Küresel siyasetteki değişimler uluslararası ilişkiler alanındaki analiz düzeylerini de değiştirdi. Soğuk Savaş döneminde Kenneth Waltz’ın önerdiği güvenlik merkezli üç seviyeli analiz modelleri, mevcut araştırmaların büyük bir çoğunluğu için gerekli epistemolojik ve ontolojik temeli sunarken bazı konularda güvenlikten ziyade ekonomi merkezli analizler ön plana çıkmaya başladı. Bu değişimin görülmesinde sermaye hareketliliğinin önündeki sınırların kalkması ve entegre finansal piyasaların gelişmesi etkili oldu. Bu süreçte, bazı aktörlerin etkinlikleri sınırlansa da millî güç unsurları bakımından görece arka planda olan aktörler için ise yeni hareket sahaları açıldı. Bu bağlamda, İsrail söz konusu yeni sahalardan en çok faydalanan ülkeler arasında yer alır. Gerek demografik yapısı gerek silahlı kuvvetlerinin teşkilatlanması bakımından Orta Doğu’da bu denli etkili olamayacak bir devlet, elinde bulundurduğu finansal güç ve küresel ekonomi ağları ile yakın irtibatı sayesinde sahada daha fazla alan kazanabilir. Bu yazıda, İsrail’in askerî üstünlüklerinden ziyade elinde tuttuğu ekonomi gücü, bu gücün çerçevesini ve küresel finansal sistemde İsrail ile büyük kuruluşlar arasındaki ilişkiler analiz edilecektir. Yazının ilk bölümünde İsrail ekonomisinin yapısı tartışılarak ekonomik örgütlenmesinden kaynaklı yapısal üstünlükler tespit edilmeye çalışılacak. Akabinde, İsrail ile G20 ülkeleri arasındaki ticari, ekonomik ve finansal bağlar ortaya konmaya çalışılacak. Son bölümde ise ülkelerden ziyade çok uluslu ve ulusötesi şirketler ile İsrail arasındaki ilişkiler ağı resmedilmeye gayret edilecek. Söz konusu ağ, açık kaynak bilgilerden elde edilen veriler çerçevesinde grafiklerle gösterilecek.
İsrail’in Ekonomik Modeli ve Örgütsel Avantajları
İsrail ekonomisi, kuruluşundan bu yana geçirdiği dönüşüm sürecinde kendine özgü bir yapı geliştirdi ve bu yapıdan kaynaklanan önemli rekabet avantajları elde etti. 1948 yılında kurulan genç devletin ekonomik örgütlenmesi, coğrafi koşullar, güvenlik gereksinimleri ve demografik yapısının zorladığı koşullar altında şekillendi. Bu bağlamda İsrail ekonomisinin yapısal özelliklerini ve bu özelliklerden kaynaklanan örgütsel avantajları analiz etmek, modern ekonomik sistemlerin gelişim dinamiklerini anlamak açısından kritik öneme sahiptir.
- Ekonomik Yapının Temel Karakteristiği
İsrail ekonomisi, karma ekonomi modeli çerçevesinde devlet müdahalesi ile serbest piyasa mekanizmalarının dengeli bir şekilde bir araya geldiği hibrit bir yapı sergiledi. Bu sistem, özellikle teknoloji sektöründe devletin aktif rolü ile piyasa dinamiklerinin yaratıcı bir sentezini ortaya koydu. Ekonominin temel ayaklarını oluşturan sektörler arasında yüksek teknoloji, savunma sanayii, tarım, turizm ve finansal hizmetler öne çıkar. Ülkenin ekonomik örgütlenmesinde dikkat çeken en önemli unsurlardan biri, inovasyon ekosisteminin devlet politikaları ile desteklenmesidir. İsrail hükûmeti, sistematik olarak AR-GE yatırımlarını teşvik etmiş ve bu alana GSYH’nin yaklaşık %5,6’sı oranında kaynak ayırmıştır. Bu oran, dünya ortalamasının üç katından fazlasını temsil eder ve İsrail’i küresel inovasyon endeksinde sürekli olarak üst sıralarda konumlandırır. İsrail ekonomisinin örgütsel avantajları, birbirleriyle etkileşim hâlinde olan çok boyutlu faktörlerden kaynaklanır. Bunlardan ilki, ülkenin demografik yapısından kaynaklanan beşerî sermaye avantajıdır. Yüksek eğitim seviyesine sahip nüfus, özellikle mühendislik ve fen bilimleri alanlarında uzmanlaşmış işgücü havuzu oluşturur. Bu durum, teknoloji transferi ve inovasyon süreçlerinde kritik bir rol oynar. İkinci önemli avantaj, zorunlu askerlik sisteminin ekonomik örgütlenmeye sağladığı katkıdır. İsrail Savunma Kuvvetleri bünyesindeki teknoloji birimlerinde edinilen deneyim, sivil sektörde girişimcilik kültürünün gelişmesine önemli katkı sağlar.
- Finansal Sistemin Hegemonik Rolü ve Küresel Entegrasyon
İsrail ekonomisinin en belirgin örgütsel avantajı, girişimcilik ekosistemini destekleyen sofistike finansal yapısıdır. Risk sermayesi sektörü, özellikle son on yılda dramatik bir gelişim göstermiş ve 2023 itibarıyla toplam yönetim altındaki varlıklar 25 milyar dolara ulaşmıştır. Bu rakam, kişi başına düşen risk sermayesi yatırımları açısından İsrail’i ABD’den sonra ikinci sıraya yerleştirir ve ülkenin finansal sisteminin küresel rekabetteki üstünlüğünü ortaya koyar.
Finansal sistemin etkinliği, çok katmanlı ve entegre bir yapıda organize edilmiştir. İlk katman, erken aşama yatırımlarını destekleyen melek yatırımcılar ve tohum sermayesi (seed) fonlarından oluşur. Bu aşamada, 2023 yılında ortalama yatırım büyüklüğü 2,5 milyon dolar seviyesine ulaşmış ve seed fonlarının sayısı 150’yi aşmıştır. İkinci katman, büyüme aşamasındaki şirketleri destekleyen kurumsal risk sermayesi fonlarını içerir. Bu kategoride faaliyet gösteren 380 aktif fon, ortalama 50 milyon dolarlık yatırım kapasitesiyle çalışır. Üçüncü katman ise, uluslararası sermaye piyasalarına erişimi sağlayan yatırım bankacılığı ve halka arz süreçlerini kapsar.
Grafik 1: Milyon Kişi Başına Venture Capital (VC) Yatırımı-2023
Kaynak: Dealroom
İsrail’in gelişmiş sermaye piyasaları ve Tel Aviv Menkul Kıymetler Borsası’nın (TASE) uluslararası standartlara uygunluğu, şirketlerin çok aşamalı finansman seçeneklerine erişimini sağlar. TASE‘nin piyasa değeri 200 milyar doları aşmış ve günlük işlem hacmi 500 milyon dolar seviyesinde seyretmektedir. Özellikle dual-listing uygulamaları [1]sayesinde, İsrailli teknoloji şirketlerinin %67’si NASDAQ’da işlem görmektedir. Bu oran, ABD dışındaki herhangi bir ülke için en yüksek orandır. Bu durum, İsrailli şirketlerin küresel likiditeye erişimini kolaylaştırırken aynı zamanda uluslararası yatırımcıların İsrail pazarına olan güvenini de artırır.
Finansal sistemin küresel entegrasyonu, makroekonomik istikrar açısından da kritik avantajlar sağlar. İsrail Merkez Bankası’nın 222 milyar dolarlık döviz rezervi ve proaktif para politikaları, finansal sistemin şoklara karşı direncini artırmış ve yabancı yatırımcıların güvenini pekiştirmiştir. Bu durum, özellikle jeopolitik risklerin yüksek olduğu bölgesel koşullarda kritik bir avantaj sağlar ve ülkenin finansal sistemini bölgesel istikrarsızlıklardan izole eder. Finansal teknoloji alanında da öncü olan İsrail, blockchain, dijital ödemeler ve regtech[2] alanlarında 200’den fazla aktif fintech şirketiyle küresel fintech pazarının %8’ini kontrol eder.
Grafik 2: İsrail Merkez Bankası Döviz Rezervleri, Nisan 2002-Ekim 2024, Milyar Dolar

Kaynak: İsrail Merkez Bankası
- Dışa Açılma Zorunluluğunun Finansal Dinamikleri
Yaklaşık 9,5 milyon nüfuslu İsrail’in iç pazarının küçüklüğü, ülke ekonomisinin en temel yapısal karakteristiğini oluşturur ve şirketleri kuruluş aşamasından itibaren küresel piyasaları hedeflemek zorunda bırakılır. Bu zorunluluk, yalnızca bir kısıt değil, aynı zamanda İsrail ekonomisinin en güçlü rekabet avantajlarından birini teşkil eder. Dışa açılma zorunluluğu finansal sistemin yapılanmasında belirleyici rol oynamış ve risk sermayesi fonlarının yatırım stratejilerini küresel ölçekte şekillendirmelerini sağlamıştır. İsrailli teknoloji şirketlerinin %85’inin gelirlerinin yarıdan fazlasını ihracattan elde etmesi, bu zorunluluğun somut bir göstergesidir. Bu oran, küresel teknoloji ekonomisinde benzersiz bir yapıyı temsil eder ve İsrail’i dünya çapında en ihracat odaklı teknoloji ekosistemlerinden biri hâline getirir. Finansal sistem, bu yapıya uygun olarak gelişmiş, döviz riskini yönetme konusunda uzmanlaşmış, çok para birimli finansman araçları geliştirmiş ve uluslararası muhasebe standartlarına tam uyum sağlamıştır.
Dışa açılma zorunluluğu, şirketlerin ölçeklenebilir iş modelleri geliştirmesini ve küresel rekabet koşullarına erken adapte olmasını sağladı. “Born Global” fenomeninin İsrail’de yaygınlaşması, finansal sistemin de küresel perspektifle çalışmasını zorunlu kılmış ve teknoloji şirketlerinin kurulduktan sonraki ilk 3-5 yıl içinde uluslararası piyasalara açılma oranının %78’e çıkmasını sağlamıştır. Bu hızlı uluslararasılaşma süreci, finansal kurumların erken aşamalardan itibaren uluslararası finansman kaynaklarına erişim sağlama konusunda uzmanlaşmasını gerektirdi. Küçük iç pazar, aynı zamanda şirketleri sürekli inovasyon yapmaya ve global standartlarda ürün geliştirmeye zorlar. Bu dinamik, İsrail’in siber güvenlik, yapay zekâ ve fintech alanlarında dünya pazarının %15-20’sini kontrol etmesini sağlamış ve ülkeyi küresel değer zincirlerinde kritik konumlara yerleştirmiştir. Dışa açılma zorunluluğunun yarattığı sürekli rekabet baskısı, finansal sistemin de uluslararası standartlarda hizmet sunmasını ve küresel likidite kaynaklarına entegre olmasını gerektirdi.
İsrail’in Finansal Nüfuzu ve G20 Ülkeleri ile İlişkileri
İsrail toprak büyüklüğü ve demografik olarak küçük bir ülke olarak nitelendirilebilse de finans sektöründeki güçlü konumu ve geliştirdiği uluslararası ağlar sayesinde dış politikada önemli çıktılar elde edebilir. İsrail’in materyal kapasitesinin farkında olarak giriştiği bu stratejik yaklaşım, ülkenin G20 ülkeleri ile kurduğu ilişkilerde de temel strateji hâline geldi. Bu strateji sayesinde İsrail, uluslararası hukuka uygun olmayan dış politika girişimlerinde merkezî hükûmetlerin tepkilerini, finans dünyasının desteğini arkasına alarak bertaraf eder. Bu stratejik avantaj İsrail’e bölge politikalarında “kafasına buyruk” hareket edebilmesine zemin hazırlar.
Nitekim, ABD’nin önde gelen akademisyenlerinden John Mearsheimer ve Stephan Walt’ın akademik çalışmalarında da İsrail’in finansal gücü ve nüfuz kapasitesine sıkça yer verilir. İkilinin kaleme aldığı “The Israel Lobby and the U.S. Foreign Policy” adlı eserde güçlü bir pro-İsrail siyasi lobinin varlığını ve bu lobinin dış politikayı ABD’nin çıkarlarına aykırı şekilde etkilediğini bir belgesel niteliğinde ortaya konulur.
- ABD ile Finansal Entegrasyonun Yansımaları
İsrail – ABD ilişkileri 1960’lardan itibaren yapısallaşmaya başlamış ve kökü derinlere kadar uzanan stratejik bir ortaklığa dönüşmüştür. Bu ilişkinin temelinde, İsrail’in finans sektörünün ABD finansal piyasalarına derin entegrasyonu yatar. 1985 yılında ihdas edilen ABD-İsrail Serbest Ticaret Anlaşması’nın ABD’nin ilk serbest ticaret anlaşması olması, bu finansal-politik entegrasyonun kurumsal temelini oluşturdu. Central Intelligence Agency eski üst düzey yetkilisi Michael Scheuer’in NPR’a verdiği demeçte, İsrail’in ABD’de kamuoyu etkileme konusunda yabancı bir hükûmet tarafından yürütülen en başarılı kampanyalardan birini gerçekleştirdiği vurgulanır. Bu etkileme kampanyasının önemli bir ayağını finansal araçlar ve ekonomik bağımlılıklar oluşturur. ABD – İsrail Kamu İşleri Komitesi’nin (AIPAC) 1975 sonrasında nispeten zayıf, düşük bütçeli bir operasyondan büyük ve güçlü bir organizasyona dönüştürülmesi, İsrail’in finansal kaynaklarını sistematik olarak dış politika hedefleri doğrultusunda mobilize etme kapasitesini gösterir. Thomas A. Dine’ın 1980-93 yılları arasındaki liderliğinde AIPAC’ın güçlenmesi, finansal kaynakların politik etki yaratmadaki rolünü somutlaştırır. İsrail’in Stratejik İşler Bakanlığı’nın ABD’de İsrail’in dış politikadaki hamlelerine ilişkin güçlü bir kamuoyu oluşturulmasına ilişkin savunuculuk eğitimi ve İsrail karşıtı boykot yasalarını teşvik etmek için doğrudan finansman sağladığı belgelerle ortaya kondu. Bu finansman, özellikle Yabancı Ajanlar Kayıt Yasası (FARA) denetiminden kaçınmak için özel araçlar kurularak gerçekleştirildi.
Grafik 1: Teknoloji Yatırımları Hariç İsrail’deki Çin Yatırımları, 2007-2020, Milyon ABD Doları
Kaynak: Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü – INSS
ABD’de İsrail bu derece kollanırken ve ABD’nin dış ticaret politikasında CAATSA[3] olarak adlandırılan hasım olarak belirlenen ülkelere karşı yaptırımlar acımasızca uygulanırken özellikle Trump hükûmetinin tarife savaşları olarak nitelendirilen gümrük vergisi politikasından İsrail, ABD ile 2024’teki mal ticaretinde 7,4 milyar dolar fazla verse de muaf tutulmuştur. Zira, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti, ABD’nin doğrudan rakipler olarak belirlediği ülkelerken İsrail, Çin ile uzun soluklu stratejik adımlar konusunda ortak hareket edebilir. ABD başta İtalya olmak üzere AB içerisinde ve diğer müttefikleri arasında Çin ile stratejik iş birlikleri içerisine giren ülkeleri hedef tahtasına oturturken konu İsrail olunca ulaştırma ve liman alanındaki yatırım ilişkisini görmezden geldi.
İsrail’in finans sektörünü bir silah olarak kullanması sadece ABD ile sınırlı kalmadı. İsrail’in finans sektöründeki nüfuzu, G20 ülkeleri ile olan ilişkilerde çok boyutlu bir diplomasi aracı olarak kullanılır. Ülkenin gelişmiş fintech ekosistemi, risk sermayesi (Venture Capital – VC) ağları ve uluslararası bankacılık bağlantıları, politik hedeflere ulaşmada stratejik avantaj sağlar.
Özellikle Avrupa Birliği ile olan ilişkilerde, İsrail’in AB ülkelerine yönelik %28,8’lik ihracat payı ve %34,2’lik ithalat bağımlılığı, ekonomik bağımlılık yaratarak dış politika manevra alanını genişletir. Bu ekonomik entegrasyon, AB’nin İsrail politikalarına yönelik eleştirilerini sınırlayıcı bir etki yaratır. İsrail-AB fintech ortaklıkları, sadece ticari değil aynı zamanda stratejik bir boyut taşır. İsrail’in derin veri bilimi konusundaki itibarı, Citibank’tan Barclays’e kadar Avrupa merkezli finans kurumlarının “startup nation” İsrail’de inovasyon laboratuvarları ve daha büyük miktarda veriyi (big data) daha hızlı şekilde işleyerek özel sektörde verimliliği artırma amacıyla hızlandırıcılar kurmasına zemin hazırladı. Bu kurumsal varlık, Avrupa finans sektörünün İsrail teknolojilerine olan bağımlılığını artırdı. Fintech Junction gibi önemli etkinlikler, İsrail’deki fintech girişimcileri ve yatırımcıları, Avrupa ve Orta Doğu’dan bankalar, finans kurumları ve hükûmet kuruluşlarıyla bir araya getirdi. Bu networking platformları, İsrail’in Avrupa finans ekosistemindeki entegrasyonunu derinleştirirken aynı zamanda politik ilişkilerde de yumuşatıcı etki yaratır.
İngiltere ile olan özel ilişki, 2015 yılından itibaren UK Israel Tech Hub’ın 15 seçilmiş İsrailli startup’ı Londra‘ya getirmesi ve Haim Shani ile Avi Zeevi gibi önde gelen girişimcilerin liderliğinde iş birliği delegasyonlarının düzenlenmesiyle somutlaştı. Bu iş birlikleri, Brexit sonrası İngiltere’nin fintech alanında küresel rekabet gücünü koruma stratejisinin bir parçası hâline geldi. Pandemi döneminde artan inovasyon ihtiyacı, Birleşik Krallık-İsrail ortaklıklarının finans teknolojisi sektörünü dönüştürmedeki rolünü güçlendirdi. Bu durum, AB’nin İsrail politikalarına yönelik eleştirilerini sınırlayıcı bir etki yaratır ve İsrail’in Avrupa’daki diplomatik manevra alanını genişletir.
İsrail’in nüfuzunu artıran bir diğer önemli faktör ise sektördeki kuralları belirlemesi ile ilişkilidir. Küreselleşme ile risk sermayesi ve doğrudan yatırım piyasalarının temellerinin atıldığı 2000’li yılların başlangıcında İsrail en çok düzenlemeyi yapan ülkeler arasında yer aldı.
Grafik 1: Girişimlerin Yatırım Turlarında Başarılı Olma Oranı, 2010-2021
Kaynak: Dealroom
Tel Aviv’in, küresel ölçekte en fazla risk sermayesi çeken merkezlerden biri olması dikkat çekicidir. Ancak bundan daha önemlisi, bu şehirdeki girişimlerin yatırım turları arasında ilerleyebilme oranlarının yüksek olmasıdır. Gelişmiş ve büyük ekonomilerde, yerleşik risk sermayesi kültürü sayesinde girişimlerin yatırımcı desteği bulması ve ayakta kalması beklenen bir durumdur. Buna karşılık, İsrail ekonomisinin görece küçük ölçeği göz önüne alındığında Tel Aviv’in bu kadar güçlü bir performans sergilemesi özellikle kayda değerdir. Bu durum da akıllara İsrail’in küresel varlık yönetimi şirketleri ve çok uluslu şirketlerle kurduğu ilişkiler yumağının incelenmesi gereken bir mesele olduğu konusunu getirir.
Çok Uluslu Şirketler ve İsrail Lobisi
İsrail’in küresel finans sistemindeki nüfuzu, çok uluslu şirketler ve ulusötesi finansal kurumlarla kurduğu çok katmanlı ilişki ağları üzerinden sistematik olarak genişletilir. Bu ağ yapısı, geleneksel devlet-devlet diplomasisinin ötesinde kurumsal düzeyde etki yaratma kapasitesi sağlar ve ekonomik entegrasyonu politik nüfuza dönüştürür. İsrail’de 500’ün üzerinde çok uluslu şirketin AR-GE merkezi bulunması, bu entegrasyonun derinliğinin somut bir göstergesidir. Bu merkezler, sadece inovasyon üsleri değil, aynı zamanda çok uluslu şirketlerin karar alma süreçlerinde İsrail lehine eğilim yaratan stratejik varlıklar olarak işlev görür.
Küresel varlık yönetimi sektöründe, BlackRock, Vanguard ve State Street gibi trilyonlarca dolar yöneten devlerin İsrail teknoloji sektörüne yönelik yatırımları, finansal lobiciliğin en etkili araçlarından birini oluşturur. Bu kurumların yönetim kurullarında ve üst düzey yönetiminde yer alan kişilerin İsrail ile olan yakın ilişkileri, yatırım kararlarının politik boyutunu güçlendirir. BlackRock CEO’su Larry Fink‘in İsrail Başbakanı ile düzenli stratejik görüşmeleri ve şirketin İsrail’deki varlığını güçlendirme konusundaki kararlılığı, finansal kurumların politik karar alma süreçlerine doğrudan etkisini örnekler. Bu durum, ekonomik çıkarların politik pozisyonları şekillendirmesinde kritik rol oynar ve kurumsal düzeyde pro-İsrail lobiciliğin zeminini hazırlar.
Teknoloji sektöründeki entegrasyon daha da dikkat çekicidir. Dünyanın önde gelen çip üreticisi Intel‘in İsrail’deki 25 milyar dolarlık yeni yatırımı, şirketin küresel üretim kapasitesinin %25’ini İsrail’e bağımlı hâle getirdi. Microsoft‘un Tel Aviv’de hâlihazırda mühendislik kapasiteli geliştirme merkezleri bulunurken bu merkezlerin sayısını iki katına çıkarması da şirketin kritik teknoloji geliştirme süreçlerinde İsrail’e olan bağımlılığını artırır. Bu yapısal bağımlılık, teknoloji devlerinin İsrail aleyhine politik tutum sergilemesini zorlaştırır ve dolaylı olarak lobicilik faaliyetlerini destekler. Amazon‘un İsrail’deki veri merkezi yatırımını 7,2 milyar dolara çıkaracağı gerçeği ve IBM‘in Watson platformunun İsrail’de geliştirilmesi, teknoloji altyapısının İsrail’e olan entegrasyonunu derinleştirir.
Google’ın Project Nimbus kapsamında İsrail hükûmetiyle imzaladığı 1,2 milyar dolarlık bulut hizmetleri anlaşması, bu entegrasyonun en tartışmalı boyutunu somutlaştırır. Anlaşma, sadece ticari değil, aynı zamanda İsrail’in savunma ve istihbarat kapasitelerini güçlendiren stratejik bir ortaklığı temsil eder. Bu durum, çok uluslu teknoloji şirketlerinin İsrail’in politik hedefleriyle ne denli entegre hâle geldiğini gösterir.
Finansal teknoloji sektöründe, JPMorgan Chase’in Tel Aviv Innovation Lab’ı ve Goldman Sachs‘ın Marcus platformu için İsrailli girişimlerle kurduğu ortaklıklar, Wall Street’in İsrail fintech ekosistemindeki varlığını güçlendirir. Bu kurumsal bağlar, çok uluslu bankaların İsrail aleyhine politik pozisyon alma maliyetini artırırken aynı zamanda İsrail lehine yumuşak güç projeksiyonu sağlar. Visa ve Mastercard’ın İsrail’deki inovasyon merkezleri, küresel ödeme sistemlerinde İsrail teknolojilerinin entegrasyonunu derinleştirir ve finansal altyapı düzeyinde stratejik bağımlılık yaratır. Payoneer ve Paypal gibi platformların İsrail merkezli operasyonları, küresel fintech ekosisteminde İsrail’in kontrol ettiği alanları genişletir. Bu entegrasyon, çok uluslu şirketlerin İsrail ile olan ilişkilerinin sadece ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik bir boyut kazandığını gösterir.
Sonuç
İsrail’in küresel finans sistemindeki konumu, geleneksel devlet gücünün ötesinde, ekonomik ve finansal entegrasyon yoluyla şekillenen çok katmanlı bir nüfuz ağına dayanır. Ülkenin sınırlı coğrafi büyüklüğü ve demografik kapasitesine rağmen, geliştirdiği inovasyon odaklı ekonomik model, derinleşmiş finansal piyasaları ve çok uluslu şirketlerle kurduğu stratejik ortaklıklar sayesinde küresel ölçekte etkin bir aktör hâline geldiği görülür.
İsrail ekonomisinin temel dinamiği, iç pazarın küçüklüğünün yarattığı “dışa açılma zorunluluğu” ile şekillendi. Bu durum, İsrail şirketlerini erken aşamadan itibaren küresel rekabete adapte olmaya zorladı ve ülkeyi teknoloji, fintech ve savunma sanayii gibi stratejik sektörlerde öncü bir konuma taşıdı. Özellikle risk sermayesi ekosisteminin gelişmişliği, Tel Aviv Menkul Kıymetler Borsası’nın (TASE) küresel entegrasyonu ve yüksek AR-GE yatırımları, İsrail’in finansal sisteminin dayanıklılığını ve küresel etkisini artırdı.
G20 ülkeleriyle olan ilişkiler, İsrail’in finansal nüfuzunun en belirgin yansımalarından birini oluşturdu. ABD ile derinleşen stratejik ortaklık, Avrupa Birliği ülkeleriyle ticari bağımlılık ilişkileri ve Çin gibi aktörlerle kurulan pragmatik iş birlikleri, İsrail’in uluslararası arenada manevra kabiliyetini genişletti. AIPAC gibi lobi gruplarının etkinliği, çok uluslu şirketlerin İsrail’e yönelik yatırımları ve teknoloji transferleri, ekonomik çıkarların politik sonuçlar doğurmasını sağlar.
Çok uluslu şirketlerle kurulan ilişkiler ağı ise İsrail’in küresel finansal sistemdeki konumunu daha da güçlendirir. BlackRock, Google, Intel ve JPMorgan gibi devlerin İsrail’deki yatırımları ve AR-GE merkezleri, bu şirketlerin İsrail ile olan bağımlılık ilişkilerini derinleştirir ve dolaylı olarak ülkenin politik hedeflerine hizmet eder. Finansal teknoloji, yapay zekâ ve siber güvenlik gibi alanlardaki liderliği, İsrail’i küresel değer zincirlerinin vazgeçilmez bir parçası hâline getirdi.
Sonuç olarak, İsrail’in küresel finansal sistemdeki rolü, geleneksel güç unsurlarından ziyade ekonomik entegrasyon, teknolojik üstünlük ve stratejik lobicilik faaliyetleri üzerinden şekillenir. Bu durum, uluslararası ilişkilerde “yumuşak güç” ve “ekonomik diplomasi”nin ne denli etkili olabileceğini gösterir.
Salih Kaya, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.
[1] Dual listing; iki borsada hisse listeleyen iki ayrı tüzel kişiliğe sahip şirket tarafından yapılır. Bu durum genellikle farklı borsalarda hisseleri listelenen iki şirket bir araya geldiğinde yapılır.
[2] Regulartory Technology (Regtech), finans, bankacılık, sigorta gibi düzenlemeye tabi sektörlerde, şirketlerin yasal düzenlemelere uyum süreçlerini daha hızlı, daha doğru ve daha düşük maliyetle yerine getirmesi için geliştirilen teknoloji tabanlı çözümleri ifade eder.
[3] ABD’nin Hasımlarına Yaptırımlarla Karşılık Verilmesi Yasası (Countering America’s Adversaries Through Sanctions Act – CAATSA), ABD hükûmetine yönelik yabancı ülkelerin algılanan saldırganlıklarına karşı koymak amacıyla 2 Ağustos 2017 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu yasanın amacı, ABD şirketlerinin bu yasa kapsamında yaptırım uygulanan kuruluşlarla iş yapmasını engellemektir.