Giriş
7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırıları, yalnızca bölgesel siyaseti değil, aynı zamanda küresel medya dinamiklerini de köklü biçimde dönüştürdü. Bu saldırılar ve ardından İsrail’in Gazze’de başlattığı kapsamlı askeri operasyon, küresel kamuoyunun dikkatini Orta Doğu’ya çekerken haber üretimi ve dolaşımı da yoğun bir şekilde medya manipülasyonu ve algı yönetimi tartışmalarına sahne oldu. Özellikle Batı merkezli medya kuruluşlarının olayı çerçeveleme biçimi, İsrail-Batı ilişkilerinin tarihsel derinliğini ve medya üzerinden yürütülen hegemonik güç mücadelesini görünür kıldı.
Bu analiz İsrail-Batı-medya üçgeninde 7 Ekim sonrası gelişmeleri ele almakta ve medya manipülasyonu, çerçeveleme (framing), dezenformasyon ve kamuoyu algısının yönetimi kavramlarını merkeze alarak değerlendirmeler sunmaktadır.[1]
Tarihsel Arka Plan: İsrail ve Batı Medyası
İsrail’in kuruluşundan bu yana Batı medyası, özellikle ABD ve Avrupa merkezli basın organları aracılığıyla, İsrail’in güvenlik kaygılarını merkeze alan bir haber dili geliştirmiştir. Edward Said’in Medyada İslam adlı çalışmasında belirttiği gibi, Batı medyası çoğu zaman “biz” ve “öteki” ayrımına dayalı bir söylem üretmiş, Filistin meselesi çoğunlukla İsrail’in güvenlik kaygılarının gölgesinde sunulmuştur.[2]
İsrail’in Batı medyasıyla kurduğu ayrıcalıklı ilişkinin, devletin kuruluşundan önceye uzandığını öne sürmek mümkündür. 1948 öncesinde Siyonist hareket, özellikle ABD ve İngiltere basınında kamuoyu oluşturmayı hedefleyen yoğun bir propaganda faaliyeti yürütmüştür. Yahudi göçmenlerin Holokost sonrası yaşadığı travmalar ve Avrupa’daki antisemitizm hafızası, bu kampanyaların etkisini artırmıştır. Bu yüzden Batı medyası, İsrail’in kurulmasını çoğunlukla “tarihsel adaletin yerine getirilmesi” olarak çerçevelemiştir. Gelgelelim bu çerçeve, Filistinlilerin yerinden edilme ve Nekbe deneyimini görünmez kılmıştır.
Soğuk Savaş boyunca ise İsrail, Batı için “Orta Doğu’daki ileri karakol” işlevi görmüş; medya söylemi de bu jeopolitik çıkarla uyumlu biçimde inşa edilmiştir. Dolayısıyla bu yıllarda İsrail’in Batı medyasındaki konumunu pekişmiştir. ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı Orta Doğu’da güvenilir bir müttefik arayışı, İsrail’in güvenlik söyleminin Batı medyası tarafından benimsenmesini kolaylaştırmıştır. 1967 Altı Gün Savaşı ve 1973 Yom Kippur Savaşı sırasında Batı basınının, İsrail’i “kuşatma altında küçük bir demokrasi” olarak sunduğu bir vakıadır. Bu dönem, Batı medyasının haber dilinde “Davut ve Golyat” metaforunun sıkça kullanıldığı bir dönemdi: Küçük ama kararlı İsrail, düşmanlarla çevriliydi ve bu durum Batı kamuoyunda empati yarattı.
1990’lardan itibaren ise Oslo süreci ve barış görüşmeleri, medya söyleminde görece bir çeşitlenme yarattı. Filistinlilerin mağduriyetleri daha görünür hâle gelse de 11 Eylül 2001 sonrası küresel güvenlik paradigmasının değişmesi, İsrail’in söylemsel avantajını yeniden güçlendirdi. İsrail, Filistin direnişini “küresel terör ağının parçası” olarak tanımladı; Batı medyası da bu çerçeveyi büyük ölçüde benimsedi.
Dolayısıyla 7 Ekim sonrası medya anlatıları, ani bir kopuştan ziyade, on yıllardır inşa edilen bu güvenlik merkezli çerçevenin güncellenmiş bir versiyonudur. Diğer bir deyişle 7 Ekim’den beri şahit olunan medya manipülasyonunun köksüz bir anomali değil; uzun bir sürekliliğin güncel tezahürü olarak değerlendirilebileceğini söylemek mümkündür.
7 Ekim ve Medya Çerçeveleri
7 Ekim saldırılarının hemen ardından Batı medyasının baskın söylemi, “İsrail’in 11 Eylül’ü” metaforuna dayanıyordu. Bu metafor, saldırıyı yalnızca bir güvenlik ihlali değil, aynı zamanda Batı değerlerine yönelmiş küresel bir tehdit olarak çerçeveledi. Böylece İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri karşılığı, “meşru müdafaa” ve “teröre karşı savaş” ekseninde meşrulaştırıldı.
Ancak bu süreçte dikkat çeken nokta, Batı medyasının öncelikli mağduriyet odağı olarak İsrailli sivilleri sunmasıydı. Gazze’de hızla artan sivil kayıplar, özellikle savaşın ilk haftalarında haber dilinde arka plana itildi. “Collateral damage” (yan hasar) söylemi, Filistinlilerin ölümlerini tali, kaçınılmaz ve teknik bir ayrıntı gibi sunarak kamuoyunun duygusal tepkilerini törpülemeyi hedefledi.
Bu süreçte haberlerin nasıl çerçevelendiğine dair örnekler incelendiğinde belli başlı bir örüntü ortaya çıkmaktadır.
Sembolik Dil ve Manşetler: New York Times ve Washington Post gibi gazeteler, ilk günlerde İsrailli sivillerin maruz kaldığı şiddeti “barbarlık”, “vahşet”, “katliam” gibi güçlü sıfatlarla tanımlarken Gazze’deki sivil ölümler genellikle “çatışmalarda hayatını kaybedenler” gibi daha nötr bir dil ile aktarıldı. Bu kelime seçimleri, okuyucunun duygusal tepkilerini yönlendiren önemli bir araç oldu.
İlk Anlatının Kalıcılığı: 7 Ekim sonrasında Batı medyasının geniş biçimde aktardığı en çarpıcı iddialardan biri, Hamas’ın bebeklerin başını kestiği yönündeydi. Daha sonra bu iddianın kanıtlanmadığı ortaya çıksa da haberin manşetlere taşınması kamuoyunda kalıcı bir iz bıraktı. Bu durum, medyada ilk anlatının ne kadar belirleyici olduğunu ve düzeltmelerin çoğu zaman aynı etkiye ulaşamadığını gösterdi.
Mağduriyet Hiyerarşisi: İsrail’deki konser saldırısı görüntüleri, günlerce ekranlardan düşmezken; aynı günlerde Gazze’de bombalanan apartmanlarda ölen siviller çoğunlukla sayısal istatistiklere indirgenerek sunuldu. Yani İsrail’de yaşanan acılar kişiselleştirilirken Gazze’deki ölümler anonimleştirildi.
Siyasetçilerin Söylemleriyle Paralellik: ABD Başkanı Joe Biden’ın 7 Ekim’i “modern çağın en büyük Yahudi trajedilerinden biri” olarak tanımlaması, Batı medyasında geniş yankı buldu. Bu söylem, Holokost hafızasına yapılan göndermelerle birleşerek saldırıyı tarihsel bir antisemitik şiddet zincirine eklemledi. Medya bu çerçeveyi benimseyerek İsrail’in tepkisini olağanlaştırdı.
Kriminalizasyon ve Etiketleme: Hamas, “terörist” kimliğiyle öne çıkarılırken Filistinlilerin siyasi talepleri ya da yaşadıkları yapısal şiddet çoğunlukla arka planda bırakıldı. Bu kriminalizasyon dili, Filistin’in tarihsel bağlamını görünmez kılarak yalnızca güvenlik temelli bir anlatıyı güçlendirdi.
Bu örnekler, Batı medyasının 7 Ekim’i nasıl çerçevelediğini ve bu çerçevenin İsrail’in güvenlik merkezli anlatısıyla nasıl uyumlu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Medya Manipülasyonu ve Dezenformasyon
7 Ekim sonrası Batı medyasının çerçeveleme biçimleri, yalnızca haber dilini belirlemekle kalmadı, aynı zamanda manipülasyonun zeminini hazırladı. Örneğin İsrail’deki sivillere yönelik saldırıların “vahşet” ve “barbarlık” kelimeleriyle tanımlanması, Gazze’deki ölümlerin ise çoğunlukla “çatışmalarda hayatını kaybedenler” gibi nötr ifadelerle aktarılması, algısal bir hiyerarşi yarattı. Bu çerçeve farklılığı, izleyicinin empati kapasitesini yönlendirerek İsrail’in askeri eylemlerinin meşrulaştırılmasına hizmet etti.
Bu bağlamda 7 Ekim sonrası dönemde Batı medyasında sıkça görülen manipülasyon pratiklerinden biri kaynak asimetrisi olmuştur. Yani haberlerde İsrail resmî kurumlarının açıklamaları birincil “güvenilir” kaynak kabul edilirken Filistinli kurumlar ya da bölgeden bağımsız gazetecilerin aktardıkları çoğu zaman “doğrulanmamış” veya “propaganda” olarak etiketlenmiştir. Bu, epistemik bir eşitsizlik yarattı. Bu epistemik eşitsizlik, yalnızca bilgi akışını değil, aynı zamanda uluslararası kamuoyunda hangi anlatının meşru kabul edileceğini de belirledi.
Bir diğer manipülasyon biçimi ise görsel seçicilik idi. İsrail’deki konser saldırısına ait görüntüler, günlerce televizyon ve gazetelerde yer aldı; kurbanların yüzleri, hikâyeleri ve aileleri ön plana çıkarıldı. Buna karşılık, Gazze’de yıkılan binalar ve ölen siviller genellikle sayısal verilerle ifade edildi. Görsellerin bu şekilde seçilmesi, izleyicide “insanileştirme” ve “anonimleştirme” üzerinden duygusal bir dengesizlik yarattı. Bu pratik, Susan Sontag’ın Regarding the Pain of Others kitabında tartıştığı üzere, acının temsiline dair etik soruları da gündeme getirdi.[3] Son tahlilde görsel eşitsizlik, izleyicide empati dengesizliği yarattı.
Manipülasyonun en belirgin örneklerinden biri, kanıtlanmamış iddiaların hızla manşetlere taşınması oldu. Burada, daha önce değinildiği üzere “ilk anlatının” psikolojik üstünlüğü devreye girdi. Bu, dezenformasyonun doğruluk değil, hız üzerinden işlediğini gösterdi. Dezenformasyon vakalarına bir diğer örnek Gazze’deki hastane saldırılarıdır. İlk etapta bazı Batılı medya grupları, İsrail kaynaklı iddialara dayanarak saldırının Filistinli gruplardan geldiğini yazdı. Daha sonra kanıtların aksini göstermesine rağmen, ilk haberin yarattığı algı uzun süre devam etti. Bu da aynı şekilde “ilk anlatının” kamuoyu üzerindeki kalıcı etkisini ortaya koydu.
Bu noktada dezenformasyonun yalnızca “yanlış bilgi yaymak” değil, aynı zamanda bilgiye eşitsiz erişim ve doğrulama kriterlerinin politik kullanımı üzerinden şekillendiği sonucuna varılabilir. Batı medyası, kimi zaman haber doğrulama süreçlerini hızla devreye sokarak Filistin kaynaklarını geçersizleştirirken İsrail kaynaklı iddiaları çoğunlukla aynı titizlikle sorgulamamıştır. Bu durum, medya manipülasyonunun teknikten çok, politik bir tercih olduğunu açıkça göstermektedir.
Son tahlilde 7 Ekim sonrası Batı medyasındaki manipülasyon ve dezenformasyon, yalnızca yanlış bilgilerin dolaşımıyla değil; çerçeveleme, görsel seçicilik, kaynak asimetrisi ve doğrulama süreçlerindeki politik tercihler üzerinden işledi. Böylece medya, İsrail’in hasbara stratejisiyle uyumlu bir şekilde, uluslararası kamuoyunun duygusal ve bilişsel algısını yönlendiren bir araç hâline geldi.
Hasbara ve Medya Stratejisi
İsrail’in 7 Ekim sonrası medya performansını anlamak için hasbara kavramı kritik öneme sahiptir. İbranice’de “açıklama, tanıtım” anlamına gelen hasbara, İsrail’in uluslararası kamuoyuna yönelik resmi iletişim stratejisini ifade eder. Ancak hasbara, yalnızca resmî açıklamalardan ibaret değildir; dışişleri bakanlığı, uluslararası elçilikler, diaspora toplulukları ve dijital gönüllü ağlar aracılığıyla yürütülen koordineli bir algı yönetimi pratiğidir. Temel amacı, İsrail’in güvenlik politikalarını meşrulaştırmak, eleştirileri bertaraf etmek ve Filistinlilere yönelik şiddeti “kaçınılmaz bir güvenlik önlemi” olarak sunmaktır.
7 Ekim sonrası süreçte hasbara stratejisinin, medya manipülasyonunun iki ana eksenini güçlendirdiği görülmektedir. Bunlardan ilki güvenlik ve küresel tehdit çerçevesidir. Saldırılar, Batı medyasında İsrail’in güvenliği ile Batılı değerlerin tehdit altında olduğu anlatısı üzerinden çerçevelenmiştir. Hasbaraya düşense bu çerçeveyi destekleyerek “İsrail, Batı dünyasının ileri karakolu” söylemini pekiştirmek oldu. Böylece saldırı, yalnızca bölgesel değil, küresel bir güvenlik krizinin parçası gibi sunuldu. Diğer eksen ise orantılılık ve meşruiyet algısıdır. Gazze’deki sivil kayıplara rağmen Batı medyasında İsrail’in askeri operasyonları genellikle orantılılık tartışmasına çekildi. Hasbara burada yalnızca savaşın değil, savaşın etik ve hukuki meşruiyetinin de medya üzerinden inşa edilmesini sağladı. Bu hem haber dilini hem de izleyicinin algısını doğrudan etkileyen bir stratejiydi. Öte yandan hasbara yukarıda değinilen epistemik eşitsizlik yaratma işlevini de gördü. İsrail kaynaklı bilgiler “güvenilir” olarak aktarılırken Filistinli kurumların aktarımları çoğu zaman “doğrulanmamış” ya da “propaganda” etiketiyle sunuldu. Bu strateji, sadece bilgi akışını değil, hangi anlatının meşru kabul edileceğini de şekillendirdi.
Dijital medya çağında hasbara, klasik medyayı aşarak sosyal medya ağları üzerinden de yürütülmektedir. 7 Ekim sonrası süreçte YouTube, Twitter, TikTok gibi platformlarda gönüllü hesaplar aracılığıyla İsrail’in güvenlik merkezli anlatısı sürekli dolaşıma sokuldu; sahadan gelen bağımsız görüntüler ve Filistinli sivil ölümler ise çoğu zaman arka plana itilerek hegemonik anlatı güçlendirildi. Bu durum, hasbarayı yalnızca bir iletişim stratejisi olmaktan öteye taşıyarak çok katmanlı bir medya manipülasyonu aracına dönüştürmüştür.
Sonuç olarak, hasbara 7 Ekim sonrası süreçte medyada İsrail’in anlatısının merkezileştirilmesinde kilit bir rol oynadı. Medya çerçevelemesi ve dezenformasyon uygulamaları ile birlikte, uluslararası kamuoyunun algısı hem duygu hem de bilgi düzeyinde şekillendirildi; böylece İsrail’in operasyonlarının meşruiyeti medyada inşa edildi ve pekiştirildi.
Algı Yönetimi ve Kamuoyu
7 Ekim sonrası süreçte medya manipülasyonu ve hasbara pratikleri, yalnızca haber dilini şekillendirmekle kalmadı; aynı zamanda Batı kamuoyunun algısını yönlendirme stratejilerinin merkezinde yer aldı. Özellikle ABD ve Avrupa’daki siyasi elitler, kendi kamuoylarını İsrail lehine mobilize etmek için medyanın çerçeveleme gücünden yararlandı. Örneğin, ABD Başkanı Joe Biden’ın açıklamaları, Holokost hafızasına ve antisemitik şiddet tarihine atıf yaparak saldırıyı “varoluşsal bir tehdit” olarak konumlandırdı. Bu söylem, Batı medyasında geniş yankı buldu ve kamuoyunun duygusal tepkisini İsrail’in güvenliği lehine yönlendirdi. Algı yönetiminin önemli bir boyutu, medyada mağduriyet hiyerarşisi yaratmaktı. İsrail’deki sivillerin kişiselleştirilmiş hikâyeleri ve görüntüleri, izleyicide yoğun bir empati ve duygu yükü oluştururken Gazze’deki sivil ölümler çoğunlukla sayısal istatistiklerle ve “yan hasar” çerçevesiyle aktarıldı. Bu, izleyicinin hangi tarafla özdeşleşeceğini belirleyerek algısal bir yönlendirme işlevi gördü.
Ancak zamanla, sosyal medya ve alternatif medya kanallarının devreye girmesiyle bu tek sesli söylem kırılmaya başladı. Özellikle TikTok, Twitter ve bağımsız gazetecilerin sahadan paylaşımları, Batı medyasının çerçevesini sorgulayan güçlü bir karşı-anlatı oluşturdu. Gazze’deki insani kriz böylece Batı kamuoyunda daha fazla görünürlük kazandı ve üniversitelerde, sokaklarda protesto hareketlerine ilham verdi. Bu durum, medya manipülasyonunun sınırlarını gösterdi. Geleneksel medya hegemonik bir söylem inşa etse de dijital ağların çok sesliliği, tek yönlü algı yönetimini zorlaştırdı.
Her ne kadar dijital medya, geleneksel medyanın tek taraflı anlatısını kırsa da aynı zamanda yeni manipülasyon alanları da yarattı. Hasbara çerçevesinde sosyal medya platformlarında oluşturulan hesaplar ve kampanyalar, hızlı bilgi yayılımı ve hashtag hareketleri ile Batı kamuoyunda İsrail lehine bir anlatı üretmeye devam etti. Bu durum, algı yönetiminin ne kadar karmaşık ve çok katmanlı bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır. Medya hem yönlendirici hem de mücadele edilen bir alan hâline gelmiştir.
Sonuç olarak, 7 Ekim sonrası süreç, algı yönetiminin yalnızca söylem üretimi değil; görselleştirme, dil kullanımı, tarihsel hafıza referansları ve dijital medya aracılığıyla sürekli pekiştirildiğini gösterdi. Kamuoyunun algısı hem bilinçli çerçevelemeler hem de hızlı bilgi akışının yarattığı psikolojik etkiler üzerinden şekillendi[4]; böylece İsrail’in askeri operasyonları medyada meşrulaştırılmış ve uluslararası kamuoyunda destek alan bir anlatı olarak yerleşti.
Akademik Tartışmalar: Hegemonya ve Direniş
7 Ekim sonrası medya pratiğini yalnızca güncel olaylar bağlamında ele almak yeterli değildir; bu süreç, uzun vadeli hegemonya üretimi ve direniş mekanizmaları açısından da değerlendirilmelidir. Bu meyanda Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı, İsrail-Batı-medya üçgenini anlamak için yol göstericidir. Gramsci’ye göre hegemonya, yalnızca devletin veya ordunun zorlayıcı gücüyle değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel araçlar aracılığıyla rızanın üretimiyle kurulur.[5] Batı medyasının 7 Ekim’i çerçeveleme biçimi, İsrail’in güvenlik merkezli anlatısını hegemonik söylem hâline getirerek uluslararası kamuoyunda rıza yaratmıştır.
Bu hegemonik çerçeveleme, sadece haber diliyle sınırlı kalmaz; görseller, metaforlar, tarihsel referanslar ve sosyal medya kampanyaları aracılığıyla pekiştirilir.[6] Örneğin Holokost hafızasına yapılan göndermeler, İsrail’in güvenlik perspektifini küresel düzeyde meşrulaştırmak için kullanılmıştır. Böylece medya, ideolojik bir güç olarak hem bilgi akışını hem de kamuoyunun duygusal ve bilişsel tepkilerini yönlendirmiştir
Ancak bu hegemonya mutlak değildir; direniş her zaman mümkündür. Bu meselede de alternatif medya pratikleri direniş alanları yaratmıştır. Sosyal medya platformları, bağımsız gazetecilik ve sahadan gelen görüntüler, Batı medyasının tek sesli anlatısını kıran karşı-anlatılar üretmiştir. Bu durum, “direniş alanları” olarak değerlendirilebilir. Filistinli sivillerin yaşadığı insani trajedi ve yapısal şiddet, dijital ortamda görünür kılınarak hegemonik anlatıyı sorgulamıştır.
Burada Judith Butler’ın[7] ve diğer eleştirel medya kuramcılarının vurguladığı bir nokta da önemlidir. Butler, hafızanın performatif doğasını vurgular; yani hafızanın, belirli normların ve söylemlerin tekrarı yoluyla inşa edildiğini savunur. Bu tekrarlamalar, hangi geçmişlerin hatırlanıp hangi geçmişlerin unutulacağını belirler. İşte Butler, Frames of War adlı eserinde, savaşın ve şiddetin medyada nasıl çerçevelendiğini ve bu çerçevelerin toplumsal hafızayı nasıl şekillendirdiğini tartışır. Bu bağlamda, medya çerçevelerinin yalnızca anlatının doğruluğunu değil, aynı zamanda hangi tarihsel hafızanın görünür olacağını da belirlediği söylenebilir. İsrail, Holokost ve antisemitizm hafızasını sürekli hatırlatarak Batı kamuoyunda meşruiyet alanı inşa ederken medya, bu hafızayı sürekli hatırlatarak algı yönetimine katkı sundu. Filistin tarihine dair hafıza ve kayıplar ise bu anlatının gölgesinde kaldı. Bu, hegemonya ile direnişin aynı anda işleyen iki boyutunu göstermektedir.
Son tahlilde, 7 Ekim sonrası medya süreçleri, hegemonya ve direnişin kesişim noktasında değerlendirildiğinde, yalnızca güncel bir çatışmanın haber üretiminden ibaret değildir. Medya, ideolojik güç, tarihsel hafıza ve dijital iletişim ağları üzerinden hem rıza üreten hem de direniş alanları yaratan bir araç olarak işlev görmüştür.
Sonuç
7 Ekim sonrası süreç, İsrail-Batı-medya ilişkisini, medya manipülasyonu ve algı yönetiminin nasıl kurumsallaştığını ve dijital çağda nasıl karmaşık bir hâl aldığını açıkça ortaya koymuştur. Batı medyası, İsrail’in güvenlik merkezli anlatısını çerçeveleyerek Gazze’de yaşanan sivil trajediyi arka plana itmiş ve kamuoyunun algısını belirli bir yönlendirmeye tabi tutmuştur. Öte yandan hasbara stratejileri, yalnızca haber dilini değil, görselleştirme, tarihsel hafıza ve sosyal medya kampanyaları aracılığıyla çok katmanlı bir hegemonya pratiği oluşturmuştur.
Bununla birlikte, dijital medya ve alternatif kaynaklar, tek sesli anlatıyı kırarak karşı-anlatılar üretmiş; Filistinli sivillerin yaşadığı insani trajediyi görünür kılmıştır. Bu durum, hegemonya ile direnişin aynı anda işlediğini ve medya üzerinden kamuoyunun hem yönlendirildiğini hem de direniş alanları yarattığını göstermektedir.
Sonuç olarak, 7 Ekim sonrası medya pratiği, yalnızca bir haber akışı değil; ideolojik hegemonya, tarihsel hafıza ve dijital alanlarda yürütülen algı yönetimi süreçlerinin iç içe geçtiği bir laboratuvar işlevi görmüştür.
Doç. Dr. Tuğçe Ersoy-Ceylan, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi’nde öğretim üyesidir.
[1] Sophie Lecheler, Claes H. de Vreese, News Framing Effects, London: Routledge, 2019.
[2] Edward Said, Medyada İslam: Gazeteciler ve Uzmanlar Dünyaya Bakışımızı Nasıl Belirliyor?, çev. Aysun Babacan, İstanbul: Metis, 2008
[3] Susan Sontag, Regarding the Pain of Others, NY: Penguin, 2013.
[4] Stephen D. Reese vd., Framing Public Life, London: Routledge, 2003.
[5] Dimitrios Theodossopoulos, “De-essentializing hegemony, with Gramsci, Williams, and Hall”, Focaal, 102 (2025): 103-118.
[6] Calvin Exoo, “Media, Democracy, Hegemony”. The Pen and the Sword: Press, War, and Terror in the 21st Century, 1-36. CA: SAGE Publications, 2010.
[7] Judith Butler, Frames of War: When Is Life Grievable, London: Verso, 2009.