Giriş
Lübnan’ın güney sınırı ile Ürdün’ün kuzeyindeki en uç nokta arasındaki mesafe yaklaşık 30 kilometre olmasına rağmen iki ülke arasındaki etkileşim düzeyi tarihsel, siyasal ve güvenlik temelli nedenlerle oldukça zayıftır. Bu durumun başlıca nedenleri arasında, Lübnan ve Ürdün’ün farklı iç siyasal yapıları, dış politika öncelikleri ve güvenlik algıları ile söz konusu iki ülke arasında kalan ve Suriye ile İsrail topraklarını içeren bölgenin son derece karmaşık jeopolitik niteliği yer almaktadır. Söz konusu faktörler, coğrafi yakınlığa rağmen, Lübnan–Ürdün ilişkilerinin kurumsal ve diplomatik düzeyde neredeyse yok denecek ölçüde sınırlı kalmasına yol açmaktadır.
İki bölümden oluşan bu çalışmanın ilk bölümünde, Lübnan ile Ürdün arasındaki ikili ilişkilerin tarihsel süreçte neden durağan bir seyir izlediği analiz edilmektedir. Coğrafi bağlantısızlık, farklı kolonyal geçmişler, yönetim biçimlerindeki değişiklikler, azınlık topluluklarla kurulan ilişkiler, tehdit ve güvenlik algılarındaki uyumsuzluklar, ilişkilerin gelişimini sınırlayan başlıca parametreler olarak öne çıkmaktadır. Bununla birlikte, geçmişte tarafları doğrudan temas kurmaya zorlayan kritik dönemeçler de olmuştur. Bu bağlamda, çalışmanın ikinci bölümünde, 1970’te yaşanan Kara Eylül olayının ikili ilişkiler açısından bir kırılma noktası niteliği taşıdığı söylenebilir. Günümüzde ise, özellikle son yıllarda ilişkilerde gözle görülür bir hareketlenmeden söz etmek mümkündür. Her ne kadar iki ülke arasındaki etkileşim, esasen ekonomik ve ticari alanlarda yoğunlaşsa da 7 Ekim 2023’te Hamas’ın gerçekleştirdiği Aksa Tufanı Operasyonu sonrasında ortaya çıkan yeni jeopolitik konjonktür, Lübnan-Ürdün ilişkilerine dikkat çekici bir ivme kazandırmıştır.
İlişkilerde Donukluğun Sebepleri Üzerine
Coğrafi Kopukluk
Yaklaşık 400 yıl Osmanlı idaresi altındaki BilâdüşŞam bölgesinin birer parçası olan Lübnan ile Ürdün, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra modern Ortadoğu siyasetinde iki bağımsız devlet olarak sahneye çıkarken bir taraftan geçmiş mirası tarihin tozlu raflarına itmekte diğer taraftan da birbirleriyle sınırı dahi olmayan iki ayrı siyasi aktör olarak sahneye çıkmaktaydı. Her ne kadar çok kısa bir mesafe ile birbirlerinden ayrılsa da bu mesafenin varlığı iki ülkenin uzun süre irtibat kurmasını engellemiştir. Tam burada, arada kalan ve adeta bir tampon bölge oluşturan Suriye’nin rolü oldukça önemlidir. Zira Suriye’nin uzun yıllar Lübnan’ı kendi parçası olarak görmesi, Lübnan’ın Suriye’yi aşarak bağımsız bir ülke olarak Ürdün ile ilişki geliştirmesini engellemiştir. Bu durumun anlaşılması için Osmanlı döneminde birbirleriyle etkileşimde olan ve bölgenin en büyük aşiretlerinden biri sayılan Beni Halid[1] örneğine bakmak dahi yeterlidir. Lübnan, Suriye ve Ürdün’de çok sayıda aile, Beni Halid aşiretine bağlı şekilde varlıklarını sürdürmektedir. Bu kapsamda Lübnan’daki aşiret üyeleri ile Suriye’deki aşiret üyeleri arasında ciddi bir etkileşim söz konusudur. Benzer şekilde Ürdün’deki aşiret üyeleri ile Suriye’deki aşiret üyeleri de birbirleriyle önemli ölçüde irtibat halindedirler. Aşiret bağlarındaki kuvvete rağmen Lübnan ile Ürdün’de bulunan aşiret üyeleri arasındaki bağlar ise coğrafi kopukluk nedeniyle zayıflamış ve üyelerin birbirleriyle irtibatı kesilmiş vaziyettedir.
Farklı Kolonyal Tecrübeler
Ortadoğu’da benzer sömürge deneyimlere sahip devletlerin, post-kolonyal dönemde birbirleriyle daha yakın iş birliği geliştirdikleri gözlemlenmektedir. Nitekim İngiliz sömürgesi olan Körfez monarşileri arasındaki temasların yoğunluğu, Fransız sömürgesi olan Suriye ile Lübnan arasındaki ilişkilerin kayda değer düzeyde seyretmesiyle paralellik göstermektedir. Burada dikkat çeken husus, farklı sömürgeci güçlerin idaresinde bulunmuş devletlerin “öteki” ile ilişki kurmakta zorlanmalarıdır. Ayrıca, sömürgeci devletler resmî olarak bölgeden çekilmiş olsalar dahi, eski kolonileri üzerindeki etkilerini büyük ölçüde sürdürmektedirler. Bu çerçevede, Lübnan üzerinde hâlâ Fransa’nın belirgin bir etkiye sahip olması şaşırtıcı değildir. Benzer şekilde, Ürdün üzerinde tarihsel olarak İngiltere’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise giderek artan biçimde Amerika Birleşik Devletleri’nin etkili aktörler olarak öne çıktıkları yadsınamaz bir gerçektir.
Yönetim Sistemlerindeki Farklılıklar
Lübnan’ın cumhuriyet ile yönetilmesi, yanı sıra Ürdün’ün meşruti monarşi ile yönetilen bir krallık olması, iki ülkenin yakınlaşmasını zorlaştıran başlıca etkenlerden bir diğeridir. Oysa coğrafi uzaklığa rağmen benzer rejim tiplerinin yine benzer kaygılar etrafında birleşebildiği görülmektedir. Örneğin Ürdün, coğrafi açıdan sınırı olmamasına rağmen Katar, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi diğer monarşilerle yoğun ekonomik ve siyasi ilişkilere sahiptir. Benzer şekilde, Afrika’nın batısında monarşik bir rejimle yönetilen Fas ile de Ürdün’ün hem ekonomik iş birlikleri hem de siyasi ittifakları dikkat çekmektedir. Bölgede monarşilerin birbirleriyle güçlü bağlarına rağmen cumhuriyetle yönetilen ülkelerle ilişkilerde görece mesafe göze çarpmaktadır. Tüm bu nedenlerden dolayı Lübnan, içerisindeki farklı mezhepsel gruplar bu monarşilerle çeşitli zamanlarda ilişki geliştirmiş olsa da bir devlet olarak bölgedeki monarşilerle iş birliği tesis etmede başarılı olamamıştır.
Mezhepler Arası İrtibatsızlık
Lübnan’da Sünni nüfusun ağırlıklı olarak ülkenin orta kesimlerinde ve özellikle kuzey bölgelerinde yoğunlaşması ve Ürdün’e yakın olan güney kesimlerde ise Şii nüfusun ağırlıkta olması Ürdün’ün Lübnan’daki Sünni toplulukla doğrudan ve sürekli bir temas kurmasını güçleştiren yapısal unsurlardan biri olarak öne çıkmaktadır. Bu demografik dağılım, coğrafi engellerin yanı sıra topluluklar arası iletişim ve etkileşim imkanlarını da sınırlamakta, dolayısıyla iki ülke arasındaki sosyal ve siyasi yakınlaşma potansiyelinin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir.
Lübnan nüfusunun yaklaşık %40’ını, Ürdün nüfusunun ise yaklaşık %6’sını Hristiyanlar oluşturmaktadır. Ancak, Lübnan’daki Hristiyan nüfusun büyük çoğunluğunun Marunilerden (Katolik Araplar), Ürdün’deki Hristiyanların ise ağırlıklı olarak Rum Ortodokslardan oluşması, iki ülke arasındaki Hristiyan topluluklarının karşılıklı etkileşimlerini sınırlayan önemli bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Lübnan ve Ürdün’deki mezhepsel gruplar arasındaki kimlik farklılıkları ile aynı mezhebe mensup nüfusun coğrafi olarak birbirinden kopuk yerleşimleri, iki ülke arasında topluluklar arası etkileşim ve iş birliği olanaklarını sınırlandırmaktadır. Bu olgu, Lübnan–Ürdün ilişkilerinde toplumsal ve kültürel bağların kurumsallaşmasını ve derinleşmesini engelleyen yapısal bir unsur olarak öne çıkmaktadır.
Tehdit ve Güvenlik Algılarındaki Farklılıklar
İki ülke arasında anlamlı ve yoğun bir ilişki tesis edilememesinin önündeki en önemli engellerden biri de bu iki ülkenin güvenlik tanımlamaları ile alakalıdır. 1994 yılında İsrail ile imzaladığı barış anlaşmasıyla Ürdün, güvenlik siyasetini uluslararası iş birliği ve bölgesel istikrar temelli pragmatik bir çizgiye oturtmuştur. Buna karşın Lübnan, iç savaşın mirası ve zayıf devlet yapısının etkisiyle büyük ölçüde devlet-dışı ya da devlet-altı aktörlerce belirlenen ve “direniş ekseniyle” şekillenen bir güvenlik yapısına sahipti. Bu fark, her iki ülkenin İsrail ve İran gibi bölgesel aktörlere yönelik tehdit algılarında açıkça hissedilmektedir.
Ürdün–İsrail ilişkileri, barış anlaşmasının ardından sınır güvenliği, silah kaçakçılığı ve “radikal” grupların takibi gibi konularda yoğunlaşan güvenlik temelli bir iş birliğine dönüşmüştür. Lübnan ise İsrail ile resmi olarak savaş halindedir ve İsrail, özellikle Hizbullah’ın askeri kapasitesine yönelik saldırılarla Lübnan topraklarını hedef almaktadır. Ürdün, İran’ın Suriye ve Irak’taki etkisini sınır güvenliği açısından birincil tehdit olarak değerlendirirken Lübnan’daki Hizbullah ve müttefikleri İran’la stratejik bir ittifakı savunmaktadır. Böylece iki ülke, bölgesel güvenlik denkleminde farklı bloklarda yer almaktadır.
Suriye iç savaşı sonrasında yaşanan kitlesel göç dalgası hem Ürdün hem de Lübnan için ciddi bir sınav haline gelmiştir. Ürdün yaklaşık 1,3 milyon Suriyeli sığınmacıyı kabul etmiş, bu ağır yükü büyük ölçüde uluslararası destekler aracılığıyla yönetmiştir. Lübnan ise, nüfusuna oranla dünyanın en fazla sığınmacı ağırlayan ülkesi konumuna gelmiş, devletin zayıf yapısı nedeniyle bu kriz, sosyal dokuyu ve ekonomik istikrarı derinden sarsmıştır. İki ülke sınır güvenliği, silah ve insan kaçakçılığı gibi ortak tehditlerle karşı karşıya kalmasına rağmen güvenlik alanında aralarında istikrarlı ve kurumsal bir iş birliği geliştirememiştir.
Yolların Kesiştiği Anlar ve Muhtemel İş Birliklerine Dair
Kara Eylül Olayı ve Sonuçları
İki aktör arasında bugüne kadar neden anlamlı bir iş birliği kurulamadığı, önceki kısımda maddeler halinde açıklanmıştır. Ancak tüm bu nedenlere rağmen, iki aktör arasında etkileşim doğuran hem tarihsel hem de güncel bazı olaylardan söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki ve belki de en önemlisi, 1970’te yaşanan Kara Eylül olayıdır. Ürdün devleti ile ülkedeki Filistinli gruplar arasında patlak veren çatışmalar sonucunda çok sayıda Filistinli savaşçının Lübnan’a geçmesi, bir yandan Lübnan’ın iç siyasi dinamiklerini yeniden şekillendirirken öte yandan Ürdün’e iç istikrarını sağlamlaştırma fırsatı sunmuştur. Böylece her iki ülke, “Filistin vakası” üzerinden dolaylı da olsa güvenlik ve siyasi düzlemde birbirine bağlanmıştır.
FKÖ’nün Ürdün’den çıkarılması ve Lübnan’a yerleşmesi ülkede Filistinlilerin yeni bir güç odağı olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. FKÖ’nün ve diğer Filistinli silahlı örgütlerin Lübnan’daki mülteci kamplarında tesis ettiği askeri-siyasi nüfuz, bir taraftan Lübnan iç savaşının patlak vermesinde önemli bir tetikleyici unsur olurken aynı zamanda Lübnan-Ürdün ilişkilerinin seyrini uzun vadede şekillendirmiştir. Bu çerçevede, Ürdün açısından devlet otoritesinin dışında kalan tüm silahlı aktörler bir güvenlik tehdidi olarak görülürken Lübnan’daki kırılgan mezhepsel ve etnik dengeler nedeniyle mülteci kampları üzerinde tam bir denetim sağlanamamıştır. Özellikle FKÖ, Hamas ve İslami Cihad gibi aktörlerin bu kamplarda güç kazanması ise Lübnan–Ürdün ilişkilerinin şekillenmesinde belirleyici bir rol oynamıştır. Tam bu noktada Ürdün ile geliştirilebilecek ilişkilerin Lübnan’daki Filistinli gruplar nezdinde zaman zaman varoluşsal bir tehdit olarak algılandığını söylemek önem arz etmektedir. Zira bu gruplar kendilerine dönük sert tedbirler alan Ürdün rejiminin tecrübesinin Lübnan devleti tarafından tekrar edilmesi noktasında kaygı içinde olmuş ve bu durum da ülkede siyasi istikrarsızlığın derinleşmesine katkı sağlamıştır.
Siyasi İlişkiler
Lübnan’da Filistinlilerin yol açtığı iç savaşı sonlandıran 1989 tarihli Taif Anlaşması, iki ülke arasındaki ilişkileri farklı bir zemine çekmiştir. Bu kapsamda Ürdün’ün Taif Anlaşmasından sonraki süreçte Lübnan’ın yeniden inşa çabalarına diplomatik destek sağladığı söylenmelidir. Dahası Ürdün’ün, Körfez ülkeleri ile Lübnan arasında bir köprü görevi üstlendiğini ifade etmek gerekir. Buna ilaveten 2011’de bölgede başlayan halk hareketlerinin Suriye’de bir iç savaşa dönüşmesi iki ülkenin de mülteci yüküne maruz kalması sonucunu doğurmuş ve her iki ülke de benzer sınır sorunları ile karşılaşmış; bu vesileyle ortak kaygılar iki ülkenin çıkarlarının kesişmesine yol açmıştır.
Suriye iç savaşı sonrası belli ortak kaygılar ekseninde stabil seyreden ikili ilişkiler, Aksa Tufanı Operasyonu sonrasındaki bölgesel gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni dinamikler sebebiyle farklı bir boyut kazanmıştır. Özellikle Aksa Tufanı sonrası bölgede güvenlik dengelerinin yeniden şekillenmesi, Lübnan ile Ürdün arasında güvenlik temelli yeni iş birliklerinin zeminini oluşturmuştur. İsrail’e karşı direnişte Gazze safında yer alan aktörlerin asimetrik şekilde saldırılara maruz kalması ve Esed rejiminin devrilmesiyle birlikte Şam’da yeni bir hükümetin kurulması, Lübnan-Ürdün ilişkilerinin ivme kazanmasına yol açan gelişmeler olarak öne çıkmaktadır. Özellikle Lübnan’daki Hizbullah’ın silahlarını orduya teslim etmesi noktasında ulusal ve bölgesel düzeyde baskı kurulması ve yeni Şam yönetiminin İsrail’le çatışmaktan kaçınması, İşgal rejimini yaklaşık 40 yıldır tanıyan ve bu süre zarfında önemli herhangi bir sorun yaşamayan Ürdün ile Lübnan’ı birbirine yakınlaştırmaktadır. Özellikle Ürdün’ün Filistinli grupları kontrol altına alma ve devlet otoritesini güçlendirme konusundaki tarihsel deneyimi, bugün Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve askeri gücün devlet tekeline alınması yönünde adımlar atan Lübnan için yol gösterici bir model niteliği taşımaktadır. Koşullar farklılık arz etse de 1970’lerde Ürdün’ün silahlı Filistinli gruplara yönelik yaklaşımı ile Lübnan’ın günümüzdeki çabaları arasındaki benzerlik, taraflar arasında güvenlik ve siyaset alanında tecrübe paylaşımına dayalı yeni bir iş birliği imkânını gündeme getirmektedir. Bu potansiyel iş birliği, aynı zamanda ABD öncülüğündeki daha geniş bölgesel düzenlemelere entegre edilebilecek stratejik bir ortaklık zemini sunmaktadır.
7 Ekim sonrası ortaya çıkan yeni durum, Lübnan ile Ürdün arasındaki temasların yoğunlaşmasını beraberinde getirmiştir. Bu kapsamda Ürdün Dışişleri Bakanının Lübnan ziyaretinde yaptığı bir açıklamada İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarının geniş çaplı bir bölgesel savaşı tetikleyebileceği uyarısında bulunması bir taraftan Lübnan’a yönelik kaygıların paylaşılmasına işaret ederken öte yandan da iki ülkenin yakınlaşmasını sağlamıştır. Ardından Lübnan Başbakanı Necib Mikati, Amman’a bir ziyaret gerçekleştirerek Ürdün Başbakanı Cafer Hassan ile görüşmüş ve bölgedeki gerilimin düşürülmesi gerektiğine dair mesajlar vermiştir.
Süreçte karşılıklı kaygıların paylaşıldığı üst düzey ziyaretlerden bir diğeri de Ağustos 2025 tarihinde Lübnan Başbakanı Nevaf Selam’ın Ürdün ziyaretidir. Üstelik ziyaretin Lübnan hükümetinin Hizbullah’ın silahsızlandırılması yönündeki niyetini açıklamasının ardından ülke içindeki gerilimin tehlikeli biçimde tırmandığı bir döneme tekabül etmesi de manidardır. Hizbullah’ın, Lübnan devletinin bu girişimine kesin bir dille karşı çıkması ve iç savaş kartını masaya sürmesi, Selam’ın Amman’daki görüşmelerine özel bir anlam kazandırmıştır. Zira söz konusu ziyaret, yukarıda da kısmen değinildiği üzere Lübnan’ın, Ürdün’ün geçmiş tecrübelerinden, özellikle 1970 yılında Fetih Hareketi’ne karşı yürüttüğü sert mücadele sonucunda örgütün silahlı varlığını sona erdirip ülkeden çıkarmasından dersler çıkarma arayışının bir göstergesi olarak yorumlanabilir.
Taraflar arasındaki son görüşmede Lübnan Başbakanı Nevvaf Selam, Ürdün’e yaptığı ziyarette başkent Amman’da Ürdün Kralı Abdullah ve Ürdün Başbakanı Cafer Hasan’ın da katıldığı görüşmede bir araya gelmiştir. Uzun yıllar üstüne gerçekleşen bu en üst düzey ziyarette Başbakan Selam, Ürdün hükümetine, “Lübnan ordusuna sağladığı ve Lübnan’a uluslararası platformlarda verdiği, özellikle İsrail’in hala işgal altında tuttuğu Lübnan topraklarından çekilmesi ve saldırılarını durdurması için yaptığı baskılarda” gösterdiği sürekli desteklerden dolayı teşekkür etmiştir. Ürdün Kralı Abdullah ise görüşmenin ardından, ülkesinin Lübnan’ın güvenliğini güçlendirme ve egemenliğini koruma konusunda tam destek vermeyi sürdüreceğini açıklamıştır.
Ticari/Ekonomik İş Birlikleri
İkili ilişkilerin on yıllardır donuk seyretmesinin ticari/iktisadi faaliyetlere yansıması da kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak buna rağmen özellikle son dönemde iki ülkenin ortak kaygılar etrafında birleşiyor olmasının birtakım yeni fırsatları da beraberinde getirdiği görülmektedir. Bu bağlamda, daha önce de belirtildiği üzere Ürdün, Lübnan’ın Körfez’e yönelik ticaretinde ‘transit güzergâh’ işlevini sürdürmektedir; Aksa Tufanı sonrası yeni ortaya çıkan yeni denklemde bu hattın daha da aktif hale gelmesini öngörmek mümkündür. Lübnan limanları ise Ürdün için Akdeniz’e açılan alternatif fırsatlar sunmaktadır.
Her iki ülke, bir diğeri ile geliştireceği ilişkinin pozitif sonuçlarının farkında görünmektedir. Bu kapsamda ivme kazanan siyasi ilişkilere paralel olarak ticari ve iktisadi faaliyet ve antlaşmalarda da önemli ilerlemeler söz konusudur. Bu çerçevede, Ürdün Dışişleri Bakanı Ayman Safadi, Ekim 2024’te gerçekleştirdiği ‘dayanışma ziyareti’ kapsamında Lübnan Başbakanı Necib Mikati ile görüşerek beraberinde getirdiği yaklaşık 13 tonluk insani ve tıbbi yardımı Lübnan makamlarına teslim etmiş ve Ürdün’ün ikili ilişkilere ivme kazandırma yönündeki iradesini iletmiştir.
İki ülke arasındaki en önemli iş birliği alanlarından biri de kuşkusuz enerjidir. Ekonomik olarak iflasın eşiğinde bulunan Lübnan’daki elektriklerde de tıpkı Suriye gibi günde 20 saate yaklaşan kesintiler mevcuttur. Bu nedenle Lübnan dışarıdan sağlanacak her türlü enerji transferine açık bir ülkedir. Son gelişmeler birlikte değerlendirildiğinde, Dünya Bankası tarafından finanse edilmesi öngörülerek Ocak 2022’de imzalanan ve Ürdün’den Lübnan’a Suriye toprakları üzerinden elektrik aktarımını öngören üçlü enerji anlaşmasında mesafe kat edilmesi daha mümkün hale gelmiştir. Bu anlaşma kapsamında, Lübnan’a günlük yaklaşık 150 megavat elektrik sağlanması hedeflenmiştir; bu miktar ülkeye yaklaşık iki saatlik ek enerji arzı sağlamaktadır. Projenin uygulanmasında maddi kaynak kadar enerji arz hattının güvenliği de önemlidir; Suriye’deki yönetim değişikliği ile birlikte güvenlik kaygılarında azalma ve doğal olarak Lübnan-Ürdün ilişkilerinde daha da yakınlaşma potansiyeli öne çıkmaktadır.
Her ne kadar söz konusu görüşme ve anlaşmalar teknik ve stratejik açıdan anlamlı olsa da Lübnan ile Ürdün arasındaki ilişkilerin stratejik düzeyde bir iş birliği niteliği kazanabilmesi için kat edilmesi gereken mesafe hala daha çok fazladır. Değişen bölgesel koşullara uyum sağlama kapasitesi ve pragmatik iş birliği alanlarını öne çıkarma kabiliyetleri iki ülke arasındaki ilişkilere önemli ölçüde ivme kazandıracaktır.
Sonuç
Lübnan ile Ürdün arasındaki ilişkiler, coğrafi yakınlığa rağmen tarihsel, siyasal ve toplumsal koşulların etkisiyle uzun süre zayıf ve durağan bir seyir izlemiştir. Bu mesafenin derinleşmesinde farklı sömürge geçmişleri, yönetim modellerindeki değişiklik, mezhepsel-toplumsal yapının çeşitliliği ve özellikle güvenlik algılarındaki farklılıklar belirleyici olmuştur. Bununla birlikte Kara Eylül gibi kritik dönemeçler, tarafları doğrudan etkileşime zorlamış ve ikili ilişkilerde yeni kırılma noktaları meydana getirmiştir.
Suriye’deki iç savaş, mülteci akınları ve artan bölgesel tehditler, iki ülkenin çıkarlarını kısmen örtüştürmüştür. Özellikle Aksa Tufanı sonrasında ortaya çıkan jeopolitik gelişmeler, ilişkilerin siyasi ve güvenlik boyutlarının yeniden ele alınmasını gerektirmiştir. Lübnan’ın Hizbullah’ı silahsızlandırma yönünde attığı adımlar ile Ürdün’ün geçmişteki tecrübelerinin kesişmesi, taraflara güvenlik alanında yeni bir iş birliği modeli geliştirme fırsatı sunmaktadır. Ancak ilişkilerin kalıcı ve kurumsal bir nitelik kazanabilmesi için ekonomik bağların güçlendirilmesi temel bir öneme sahiptir. Enerji, ticaret ve insani yardımlar üzerinden kurulan yeni temaslar, ilişkilerin daha somut ve sürdürülebilir bir zemine oturmasına katkı sağlayabilir. Bununla birlikte, iki ülke arasındaki yapısal engellerin aşılması yalnızca tarafların iradesine değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası dengelerin sunduğu imkânlara bağlıdır. Bu nedenle Lübnan–Ürdün ilişkileri donukluktan iş birliğine yönelse de bunun stratejik ortaklığa dönüşmesi, orta ve uzun vadede koşullara uyum sağlama kapasiteleriyle yakından ilişkili olacaktır.
Doç. Dr. Abdulgani Bozkurt Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nde öğretim üyesidir & Muhammed Ünalmış, bağımsız araştırmacıdır.
[1] Miettunen, P. H., & Shunnaq, M. (2020). Tribal networks and informal adaptive mechanisms of the refugees: The case of the Bani Khalid tribe in Jordan, Syria and Lebanon.


