Tarih boyunca ekonomik güç, siyasi gücün en temel dayanaklarından biri oldu. Karl Marx, tarihsel materyalizmin temel taşlarından biri olan “Alt yapı, üst yapıyı belirler” sözü ile ekonomik yapıların kültürel, politik ve ideolojik yapıları şekillendirdiğini ifade etmektedir. 15. yüzyıldan itibaren şehirleşme ve ticaretin gelişmesiyle birlikte feodal düzenin çözülmesi, ticaret burjuvazisinin güç kazanmasına neden oldu. Ardından modern anlamda sermayenin devletler üzerindeki etkin gücünü kazanması, özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra belirginleşti. Bu süreç, “devlet” dediğimiz aygıtın askeri ve bürokratik mekanizmalarının yanına, önceden tüccar olarak ifade edilen sermaye sınıfının çıkarlarını da ekledi. Bugün sermaye sınıfları, küreselleşmenin de etkisiyle gücünü daha da artırdı. Devletlerin iç ve dış politikalarını şekillendirmenin ötesinde, savaş kararlarının alınmasında bile büyük ölçüde sermaye sınıfının çıkarlarının gözetildiğini söylemek mümkündür. Bu noktada Amerika Birleşik Devletleri (ABD), sermaye ve devlet ilişkilerinin en belirgin örneğini sunmaktadır. Özellikle ABD dış politikasında Kongre, Pentagon, CIA, düşünce kuruluşları ve medyanın etkisi oldukça güçlüdür. Bu kurum ve kuruluşların üzerinde etkisi olan en önemli güç ise sermayedir.
Savaş Lobisinden Enerji ve Teknoloji Devlerine Geçiş
ABD dış politika öncelikleri belirlenirken sermayenin duruşu oldukça önemlidir. ABD’nin sürekli savaş halinde olmasının arkasında yatan en büyük nedenlerden biri olarak savunma sanayi lobisinin siyaset üzerindeki etkisi sayılabilmektedir. Örneğin, Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında ABD’nin hem Ukrayna’ya hem de Avrupa’ya silah satış oranları yükseldi. 2024 yılında ABD yabancı hükümetlere yapılan askeri teçhizat satışlarında %29 gibi bir oranla rekor kırdı. Bu oranın parasal karşılığı ise 318,7 milyar dolar oldu. Elbetteki İsrail’in Gazze soykırımı sırasındaki silah talebi de bu oranın yükselmesinde önemli bir yere sahipti.
Trump’ın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte teknoloji ve enerji şirketlerinin kazançları artmaya başladı. Enerji şirketlerinden başlayacak olursak, Trump, ABD’nin halihazırda dünyadaki en büyük fosil yakıt üretimini yapan ülke olmasına karşı, bu üretimi daha da artırmak istemektedir. Ve yine Trump, dünyanın en büyük ikinci küresel ısınma kirliliğinin kaynağı olan ABD’nin, Paris İklim Anlaşması’ndan çıkış talimatını göreve başladığı ilk gün verdi. Trump’ın bu politikalarının 2030 yılına kadar küresel iklime 900 milyar dolar zarar verecek fazladan 4 milyar tonluk karbondioksit salınımı neden olacağı tahmin edilmektedir. Trump’ın bu kararlarının arkasında Harold Hamm gibi enerji sermayesinin önemi isimlerinin ve şirketlerinin çıkarları bulunmaktadır.
Öbür yanda ise günümüz sermaye sınıfının sahip olduğu en kritik alanlardan birisi de teknolojidir. ABD, Silikon Vadisi gibi küresel teknolojinin en önde gelen merkezlerinden birine sahiptir. Zaman zaman meydan okumalarla karşılaşsa da ABD bugün hâlâ teknolojinin merkezi kabul edilmektedir. Bu durum ABD’yi güçlü bir devlet yaparken, teknoloji şirketlerinin de ABD üzerindeki etkisini artırmaktadır. Trump’ın tekrar göreve gelmesiyle birlikte teknoloji şirketlerinin ABD dış politikası üzerindeki etkisi daha net bir şekilde görülmeye başlandı. Örneğin, dünyanın en zengin insanı olan Elon Musk, Trump’ın seçim kampanyasında aktif görev aldı ve yeni dönemde adı kendi kripto para birimini taşıyan Hükümet Verimliliği Departmanı’nın (DOGE) başına getirildi.
Teknoloji ve enerji lobisinin etkisi kendini siyasette daha da hissettirmesiyle birlikte Grönland, aniden ABD dış politikasının öncelikleri arasına girdi. Aslında Trump, önceki döneminde de Grönland’ı satın alacağını dile getirmişti. Yeni dönemde ise küresel ısınmanın artışı ile birlikte Grönland’ın sahip olduğu altın, uranyum ve nadir elementlerin erişiminin kolaylaştığı görülmektedir. Aynı zamanda bölgede 31 milyar varile eşdeğer şekilde petrol ve doğal gaz rezervleri de bulunmaktadır. Bu durum, ABD’nin enerji ve teknoloji şirketleri adına oldukça önemli bir hammadde kaynağı niteliğini taşımaktadır. Ayrıca özellikle nadir elementler konusunda Çin’in tekelini kırmak için bir fırsat olarak görülmektedir.
Benzer şekilde Ukrayna’nın sahip olduğu değerli mineral madenleri de Trump’ın “fırsatçı” ve “tehditkar” politikası sayesinde ABD’li enerji ve teknoloji şirketlerinin kullanımına açılacağı bir anlaşma sağlandı. ABD, bu anlaşma sayesinde yüksek teknoloji ve sanayide kullanılan “kritik hammadde” olarak nitelendirilen 30 maddenin 21’ine erişim sağlayabilecek. ABD’nin ilerleyen süreçte çıkartmaya başlaması konusunda anlaşılan nadir elementlerden bir tanesi de Musk’ın dünyaca ünlü elektrikli arabası Tesla’da kullanılan lityum yatakları olacak. Ayrıca bu madenler savunma sanayi araçları, yenilebilir enerji sistemleri, cep telefonları ve tıbbi gereçler gibi diğer yüksek teknoloji ürünlerinde de kullanılacak. Bunların yanı sıra Putin, Rusya’nın hem kendi ülkesinde hem de Ukrayna’da işgal/ilhak ettiği topraklardaki elementlerin çıkartılması için ABD ile çalışılabileceğini söyledi. Konu enerji olduğunda Rusya ile ABD arasındaki ortaklık oldukça derin ve karmaşık ilişkilere sahip olabilmektedir.
Trump’ın göreve gelişi ile birlikte ticaret savaşlarının başlayacağı düşünülen bir senaryoydu. Nitekim öyle de oldu. Fakat Trump’ın maksimum baskı politikası, doğrudan Çin’i hedef almak yerine, öncelikle onun etkisini kırarak gerçekleşmeye başladı. Çin, nadir toprak elementlerinin çıkartılmasında ve işlenmesinde lider konumda bulunmaktadır. Bu konuda küresel üretim kapasitesinin %60 ila 70’i, işleme kapasitesinin ise %90’ı Çin’in elinde bulunmaktadır. Bu durum, ABD’li enerji ve teknoloji şirketlerinin ABD dış politikasını yönlendirerek daha agresif taleplerde bulunmasına neden olmaktadır.
Sonuç
ABD’nin köklü sermaye lobisinin devlet üzerindeki etkisi, savaşların çıkmasında ve barışın yapılmasında kendini göstermektedir. Örneğin Biden’ın “kahraman” dediği Zelenskiy, Trump tarafından “diktatör” ilan edildi. ABD’nin politikası 180 derece değişti. Bu değişim yalnızca devlet ve ulus çıkarlarıyla açıklanamamaktadır. Rusya-Ukrayna Savaşı örneğinde görüldüğü üzere ABD dış politikası, savaş sırasında savunma sanayi şirketlerine; savaş bitiminde ise enerji ve teknoloji şirketlerine büyük kazançlar sağlamaktadır. Yeni dönemde liberal ABD sermayesi ile devletçi Çin sermayesi arasındaki mücadele artmaya devam edecektir. Unutulmamalıdır ki sermaye dediğimiz sınıf, günümüzde ulus ötesi bir yapıya bürünmüştür. Dolayısıyla devletler, sermayenin taleplerine cevap veremezlerse, sermayenin yer değiştirmesi oldukça muhtemeldir.

