Rejimin Mimarisi
“Mısır’da devletin ordusu yoktur, ordunun devleti vardır.”
Dr. Abdülaziz Alsavi
Kuzey Afrika’nın en kalabalık ülkesi olan Mısır, tarihsel olarak Arap dünyasının siyasal merkezlerinden biri olarak görülse de günümüzde oldukça merkeziyetçi ve askerî vesayetle şekillenen bir yönetim yapısına sahiptir. 2011 devrimi sonrasında umut vadeden demokratikleşme süreci, 2013’teki askerî müdahale ve Abdulfettah es-Sisi’nin iktidarıyla birlikte yerini kurumsallaşmış bir otoriterliğe bırakmıştır.
Mısır Anayasası’na göre ülke; yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden ayrıldığı demokratik bir cumhuriyet olarak tanımlanır. Ancak bu tanım, anayasal metinlerin ötesine geçtiğinde ciddi bir temsil krizine ve askerî vesayetin kurumsallaştığı bir gerçekliğe dönüşür. 2014 Anayasası ile birlikte Cumhurbaşkanı geniş yürütme yetkileriyle donatılmış, aynı zamanda Silahlı Kuvvetlerin başkomutanı ve Ulusal Savunma Konseyi’nin başkanı olmuştur. anayasanın 200. maddesi, ordunun yalnızca dış tehditlere karşı değil, aynı zamanda “devletin ve anayasanın korunmasında” da görevli olduğunu belirtir. Bu ifade, orduya neredeyse sınırsız bir iç siyasal müdahale alanı sunmaktadır.
Görsel 1:Mısır Bayrağı Taşıyan Bir Kişinin Karşısına Çıkan Tank
Kaynak: Bu görsel, yazar tarafından yapay zekâ kullanılarak üretildi
Mısır’da siyasal iktidar, geleneksel anlamda demokratik kurumlarla sınırlandırılamayan bir yapıdadır. Yasama organı olan Temsilciler Meclisi ve danışma niteliğindeki senato, yürütmenin gölgesinde işlev görmektedir. Cumhurbaşkanı Sisi döneminde çıkarılan yasal düzenlemeler, seçim sistemini ve muhalefetin meşru katılımını oldukça daraltmış; bağımsız adayların ve İslamcı, liberal ya da sol grupların siyasete erişimi fiilen engellenmiştir.
Mısır rejiminin bu yapısı, literatürde genellikle “seçimli otoriterlik” veya “hibrit rejim” olarak tanımlanır. Ancak Yezid Sayigh’in ifade ettiği üzere, Mısır’da mevcut olan yapı artık “kurumsallaşmış askerî otoriterlik”[1] aşamasını geçmiştir. Ordu yalnızca siyasetin arka planında duran bir güvenlik kurumu değil; karar alma süreçlerinde aktif, ekonomi üzerinde doğrudan etkili ve yargı organlarıyla stratejik iş birliği kurabilen bir egemen aktördür. Bu durum, rejimi anayasal çerçevenin çok ötesine taşıyan, güvenlik refleksiyle yapılandırılmış bir yönetim modeline dönüştürmektedir.
Abdülfettah Sisi yönetimi, seçimlerin görünürde serbest fakat fiiliyatta denetimli bir ortamda gerçekleşmesini sağlayan yapısal mekanizmalar geliştirmiştir. 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, mevcut başkana karşı aday olmayı planlayan tüm güçlü isimler -eski Genelkurmay Başkanı Sami Anan, eski Başbakan Ahmed Şefik ve insan hakları avukatı Halid Ali- ya doğrudan tutuklanmış ya da “ahlaki gerekçelerle” adaylıktan çekilmek zorunda bırakılmıştır. Nihayetinde seçimler, Sisi’nin destekçilerinden biri olan Musa Mustafa Musa’nın neredeyse sembolik katılımıyla gerçekleşmiştir. Bu örnek, siyasal rekabetin yalnızca formel düzeyde sürdürüldüğünü ve seçimlerin rejimin meşruiyetini yeniden üretme aracı olarak işlediğini göstermektedir.
2019 yılında yapılan anayasa değişiklikleriyle birlikte, cumhurbaşkanının görev süresi dört yıldan altı yıla çıkarılmış, görev süresi sınırı kaldırılmış ve orduya siyasette daha geniş bir anayasal müdahale alanı tanınmıştır. Aynı değişikliklerle birlikte, yargı sisteminin başındaki isimlerin atama yetkisi de cumhurbaşkanına verilmiş ve böylece yargının bağımsızlığı ciddi şekilde zedelenmiştir. Bu değişiklikler, rejimin otoriter niteliğini yalnızca fiilî pratiklerle değil, anayasal düzlemde de kurumsallaştırdığını ortaya koymaktadır.
Şirketleşmiş Ordunun Gölgesinde Demokrasi
Mısır ordusu yalnızca güvenlik sektörünün değil, aynı zamanda ülkenin ekonomik kaynaklarının da en büyük ve ayrıcalıklı aktörüdür. 1950’li yıllarda başlayan askerî üretim faaliyetleri, 1980’lerden itibaren sivilleşmiş sektörlere doğru yayılmış; 2013’teki askerî müdahaleden sonra ise bu alan ciddi bir biçimde genişlemiştir. Bugün ordu, altyapıdan gıda üretimine, inşaattan enerjiye, medya ve ilaç sektörüne kadar çok sayıda sivil sektörde faaliyet göstermekte, devlete ait şirketler aracılığıyla pazarda rakipsiz hâle gelmektedir. Örneğin, “Wataniya” adlı akaryakıt şirketi ülke genelinde akaryakıt dağıtımını kontrol ederken “Safi” markasıyla ordu, içme suyu sektöründe faaliyet göstermektedir. Yeni başkent inşaatının çoğu, Silahlı Kuvvetler Mühendislik İdaresi tarafından yürütülmüş; orduya ait medya şirketleri aracılığıyla siyasal mesajlar geniş kitlelere ulaştırılmıştır. Ordunun bu ekonomik rolü çeşitli kurumlar aracılığıyla yürütülmektedir. Bunların başında Ulusal Hizmet Üretim Teşkilatı (NSPO), Askerî Üretim Bakanlığı ve Arap Sanayi Teşkilatı (AOI) gelir. Bu kurumlar sivil şirketlerle yarışmadan, genellikle doğrudan atama yoluyla büyük altyapı ve kamu ihalesi alma hakkına sahiptir. Ayrıca vergiden muaftırlar, kamu denetimine tabi değillerdir ve ucuz ya da zorunlu askerlik hizmetindeki işgücüyle maliyet avantajı yaratırlar.
Görsel 2: Asker Postalının Üretim Sektöründeki Rolüne Dair Bir Tasarım
Kaynak: Bu görsel yazar tarafından yapay zekâ kullanılarak üretildi
Bu sistemin yarattığı en önemli sonuç, piyasada şeffaflık ve rekabet ilkesinin ortadan kalkmasıdır. Özellikle 2014 sonrası dönemde orduya verilen yasal imtiyazlar sayesinde, Cumhurbaşkanı Sisi’nin politikalarını destekleyen askerî şirketler neredeyse devletin iktisadi omurgasını oluşturur hâle gelmiştir. Bu şirketler sadece ekonomik kâr değil, aynı zamanda rejimin ideolojik ve kurumsal devamlılığı için stratejik araçlar olarak işlev görür. Askerî ekonomi bu yönüyle hem rejimin bağımsız denetimden uzak finansman kaynağı hem de toplumsal sadakat üretim aracıdır. Mısır’da ordu yalnızca bir güvenlik kurumu değil, aynı zamanda devleti tamamen ele geçirmiş bir holdingler birliğidir. Askerî ekonomi, devlet bütçesinin dışında işler; aynı zamanda muhalif iş çevreleri üzerinde baskı kurma, bağımsız özel sektörü marjinalleştirme ve rejime sadık yeni bir iş insanı sınıfı yaratma aracı olarak kullanılır. Bu yapı, Mısır’da siyasetin sivilleşmesini neredeyse imkânsızlaştırmaktadır. Özetle Mısır’da özel sektör de ordunun işgali altındadır.
Nil: Ekonomik Bir Hediye, Stratejik Bir Risk
Mısır’ın iç ekonomik coğrafyası, büyük ölçüde Nil Nehri vadisi ve deltası boyunca uzanan dar bir yerleşim kuşağı üzerine inşa edilmiştir. Ülke topraklarının sadece %4’ü sürekli yaşanabilir ve tarıma elverişlidir; geri kalan alanlar çöl karakterindedir. Bu coğrafi yapı, nüfusun ve ekonomik faaliyetin olağanüstü bir mekânsal yoğunlukla belirli bölgelerde kümelenmesine yol açmıştır. Ülke nüfusunun %90’ından fazlası bu dar vadide yaşamaktadır. Bu mekânsal sıkışma, rejim açısından hem kontrolü kolaylaştıran hem de iç güvenlik riskleri artıran bir ikilem doğurur. 2011 Tahrir Devrimi’nde olduğu gibi, nüfusun mekânsal olarak yoğunlaştığı alanlar, toplumsal hareketlerin çabuk örgütlenebildiği sahnelere dönüşebilir. Bu nedenle Mısır rejimi, 2014 sonrası dönemde şehir planlamasını doğrudan güvenlik perspektifinden yeniden şekillendirmiştir. Bu dönüşümün en çarpıcı örneği, Kahire’nin 45 km doğusunda inşa edilen “Yeni İdari Başkent”tir. Proje, askeri şirketlerin liderliğinde yürütülmekte; hükümet binaları, istihbarat merkezleri, anayasa mahkemesi ve medya ofisleri bu yeni kentte yeniden konumlandırılmaktadır. Böylece hem protestolara açık merkezî Kahire’den uzaklaşılmış hem de devletin sinir merkezleri fiziksel olarak izole edilmiştir. Benzer biçimde, 10 Ramazan ve 6 Ekim şehirleri, başkent çevresinde rejime sadık sanayi kuşakları olarak inşa edilmiştir. Bu şehirlerde NSPO’ya (Ulusal Hizmet Projeleri Teşkilatı) bağlı firmalar üretim üsleri kurarken aynı zamanda sosyal konutlar, kamu sübvansiyonları ve altyapı yatırımlarıyla rejime ekonomik bağlılık ve mekânsal sadakat üretimi gerçekleştirilmiştir. NSPO (Ulusal Hizmet Projeleri Teşkilatı) ve Silahlı Kuvvetler Mühendislik İdaresi gibi kurumlar yalnızca altyapı ve sanayi tesisleri değil; aynı zamanda konut, okul, hastane, market zinciri ve toplu ulaşım yatırımları da inşa etmektedir.[2] Bu şekilde yalnızca üretim değil, günlük yaşamın tüm organizasyonu rejime bağlı ekonomik yapılara devredilmiştir. Üretim alanları ile işçi mahalleleri, devlet destekli bir biçimde eşleştirilerek toplumsal itirazın mümkün olmadığı kontrollü bölgeler hâline gelmiştir. Tüm bu planlamalar yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda mekânsal rejim mühendisliğinin birer aracıdır. Mısır rejimi, ordu öncülüğünde geliştirdiği kentleşme stratejileriyle bir yandan iç coğrafyasını “sadakat kuşakları”na bölmekte, diğer yandan toplumsal kontrolü mekânsal olarak yeniden üretmektedir. Bu bağlamda Nil Vadisi, yalnızca tarımsal üretim ve yaşam alanı değil; rejimsel sürdürülebilirliğin altyapısı olarak işlev görmektedir.
Harita 1: Nil Vadisi
Kaynak: Middle East Eye
Tüm Yollar Kışlaya Çıkar: Mısır’da Rejimin Askerî Kuruluş Haritası
Mısır’da kurumsallaşmış otoriterliğe giden yol, yalnızca 2013 darbesiyle değil, 1952’de Hür Subaylar’ın monarşiyi devirmesiyle başlayan uzun bir tarihsel seyirle şekillenmiştir. Bu yol boyunca rejimler, biçim değiştirse de öz aynı kalmıştır: Siyasal iktidar ile askerî güç arasındaki ayrım, hiçbir zaman net çizilmemiştir. Kimi zaman halkçı devrim kisvesi altında[3], kimi zaman serbest piyasa reformları aracılığıyla[4], kimi zaman da anayasal oylamalarla[5]; ordu hep yeniden tanımlanmış ama asla kenara çekilmemiştir. Bu süreklilik, Mısır’da otoriterliğin geçici değil, aksine sistematik ve kurumsal bir yapı hâline gelmesini sağlamıştır. Mısır’da askeri vesayet, yalnızca baskı değil; birikim, yeniden üretim ve toplumsal mühendislik pratiğidir.
Görsel 3: Mısır’ın Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Askerlerin Karikatürü
Kaynak: Bu görsel yazar tarafından yapay zekâ kullanılarak üretildi
Mısır’da rejimin tarihsel haritasını takip eden her yol, eninde sonunda kışlaya çıkar. Bu haritanın ilk çizgileri, 19. yüzyıl başında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın iktidarıyla belirginleşir. Mehmet Ali Paşa, Osmanlı merkeziyetçiliğini aşan bir şekilde, doğrudan kendi sadakat ağlarına dayalı profesyonel bir ordu kurmuş; bu orduyu yalnızca askerî değil, aynı zamanda bürokratik, iktisadi ve teknolojik bir dönüşümün taşıyıcısı kılmıştır. Khaled Fahmy’nin tespit ettiği gibi, bu ordu “devletin kendisi” hâline gelmiş, askerî düzen ile yönetim düzeni birbirine geçmiştir.[6]
Bu askerî merkezileşme, 1881’deki Ahmed Urabi isyanıyla farklı bir biçime bürünür. Urabi, Mısırlı yerli subayların yükselmesini engelleyen aristokratik ve dışlayıcı düzene karşı çıkarken aynı zamanda köylülerin, şehirli esnafın ve ulemânın desteğini arkasına almıştı. Juan Cole’un analizine göre, Urabi hareketi, Mısır tarihinde ilk defa “ordu–halk özdeşliği” üzerinden siyasal taleplerin kitlesel olarak dile getirildiği bir an yaratmıştır.[7] Her ne kadar İngiliz müdahalesiyle bastırılsa da bu isyan, Mısır askerî geleneğinde uzun ömürlü bir ideolojik miras bırakmıştır: Ordu, sadece devleti korumakla değil, halkı temsille de görevlidir.
Bu mirasın kurumsal anlamda müstahkemleşmesi ise 1952’de gerçekleşir. Hür Subaylar Hareketi, Kral Faruk’u devirerek yalnızca bir rejimi değil, aynı zamanda devletin ideolojik zeminini yeniden biçimlendirir. Cemal Abdülnasır ve arkadaşları, kendilerini açıkça Urabi’nin tarihsel mirasçıları olarak sunar; “yarım kalan devrimi tamamladıklarını” ilan ederler.[8] Yeni cumhuriyet, “ordu halktır” ilkesini yalnızca slogan olarak değil, siyasal mimarinin temel taşı olarak benimser. Nasır dönemi boyunca ordu, modernleşmenin, sanayileşmenin, laikleşmenin ve Arap milliyetçiliğinin asli taşıyıcısı olarak kurgulanır. Sedat ve Mübarek dönemlerinde ise görünüşte orduyu siyasetten uzaklaştırsa da bu yalnızca biçimsel bir geri çekilmedir. Özellikle Mübarek’in uzun iktidarında, ordu rejimin garantörü, sistemin görünmeyen omurgası olarak yerini korumuştur. Siyasi kararlar üzerinde etkisini sürdürürken aynı zamanda sivil alan üzerindeki dolaylı tahakkümünü güçlendirmiştir.
2013 yılında gerçekleşen askerî darbenin ardından hazırlanan ve 2014’te referandumla yürürlüğe giren Mısır Anayasası, ülkedeki askerî vesayetin yalnızca fiilî değil, aynı zamanda hukukî olarak da kalıcılaştırılmasını sağladı. Bu anayasanın 200. maddesi, silahlı kuvvetleri yalnızca dış tehditlere karşı değil, “devletin ve halkın kazanımlarının, anayasal düzenin ve sivil barışın koruyucusu” olarak tanımlayarak orduya iç siyasal dengeyi gözetme yetkisi de vermektedir. Bu tanım, ordunun sadece savunma değil, siyasal düzenin garantörü olarak konumlandırılmasının önünü açtı. Ayrıca 234. madde uyarınca, savunma bakanının atanması için Yüksek Silahlı Kuvvetler Konseyi’nin onayı şart koşulmuştur. Böylece sivil hükümetin kabine kurma yetkisi doğrudan askerî kurumun vetosuna tabi hâle gelmiştir. Bu maddeler, Mısır’da yürütmenin askerî kontrol altına alınmasını sadece fiilî değil, kurumsal bir ilke hâline getirmiştir. Anayasa, Ocak 2014’te yapılan halk oylamasıyla %98 oranında kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Ancak bu oran, olağanüstü hal koşullarında yapılan referandumun meşruiyeti konusunda ciddi tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Mısır’da askerî vesayetle biçimlenen siyasal rejimin uzun tarihsel seyrinde, yalnızca tek bir seçim bu yapının dışında, görece serbest bir siyasal rekabet ortamında gerçekleşebilmiştir: Muhammed Mursi’nin kazandığı 2012 cumhurbaşkanlığı seçimi. 25 Ocak 2011 Devrimi’nin ardından gelen geçici askerî yönetim (SCAF), halkın baskısı karşısında çok adaylı cumhurbaşkanlığı seçimi düzenlemek zorunda kaldı. Seçimin ilk turu 23–24 Mayıs 2012, ikinci turu ise 16–17 Haziran 2012 tarihlerinde yapıldı. Katılım oranı %52 civarındaydı. İlk turda beş büyük aday benzer oylar alarak yarıştı; bu durum seçimin görece özgür yapısını yansıtan bir işaretti. İkinci turda Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi, Mübarek rejiminin son başbakanı Ahmed Şefik karşısında %51,7 oy oranıyla zafer kazandı. Ulusal Seçim Komisyonu, günler süren sessizlik ve hukukî tartışmalardan sonra sonucu resmen ilan etti. Seçim hem ulusal hem uluslararası gözlemciler tarafından Mısır’ın tarihindeki ilk özgür ve adil seçim olarak kayda geçti. Ancak bu deneyim kısa sürdü. Mursi’nin göreve başlamasından yalnızca bir yıl sonra, 3 Temmuz 2013’te General Abdülfettah es-Sisi liderliğinde gerçekleşen askerî darbeyle bu demokratik aralık sona erdi. Böylece Mısır’da sandık üzerinden halk iradesinin belirleyici olduğu ilk ve tek dönem, yeniden kışlaya çıkan yollarla kapanmış oldu. Tüm bu karmaşık dengeler arasında, Mısır halkı tarihinin ilk ve tek özgür ve adil seçiminde kendi iradesiyle devletin başına Muhammed Mursi’yi getirdi. Özgürlük ve Adalet Partisi Genel Başkanı, meşru Başbakan Mursi, Mısır halkının iradesinin adil ve özgürlüğüne yönelik kasıtlı bir adaletsizlikle, tutsaklık altında hayatını kaybetti.
Askeri Oligarşinin Gölgesinde Mısır’ın Temel Meseleleri
Mısır’da cunta rejiminin yalnızca siyasal değil, toplumsal ve ideolojik bir holding olarak kökleşmiş yapısı özellikle 2013 darbesi ve sonrasında patlak veren insan hakları ihlallerini beraberinde getirmektedir. Cumhurbaşkanı Mursi göreve gelir gelmez Refah sınırındaki tünellerin yeniden işlemesine izin verdi, yardım ve ticaret geçişlerini kolaylaştırdı. Bu adım Gazze halkında pozitif karşılanırken İsrail ve Batı’da “teröre destek” şeklinde algılandı. Mısır’da bazı mahkemelerde tünellerin yıkılmasına dair kararlar alındı.
Mısır ordusunun darbe öncesi ve sonrasında meşruiyetini pekiştirmek için kullandığı başlıca söylemlerden biri Sina Yarımadası’nda artan sözde “radikal İslamcı” tehditti. 2011 devriminin ardından “El-Kaide ve DEAŞ bağlantılı gruplar faaliyetlerini özellikle Kuzey Sina’ya yönlendirdiler. Ordu, polis merkezlerine, askeri konvoylara ve altyapı hedeflerine düzenlenen saldırılar neticesinde güvenlik boşluğundan yararlanıldığı argümanı ile harekete geçti. 2012 ve 2013 yıllarında Sina’daki saldırıların sayısı ve ciddiyeti artmış, Temmuz 2013’teki darbenin hemen ardından DEAŞ’a bağlı “Vilayet Sina” grubu bölgedeki en etkili silahlı örgüt hâline gelmişti. Ordunun darbedeki rolünü meşrulaştırmak için bu tehdit medyada abartılarak sunuldu; Gazze tünelleri üzerinden bölgeye silah ve savaşçı sızdığı iddia edildi. Sina’daki bu güvenlik krizi, Gazze’ye açılan kanalların “terör koridoru” olarak etiketlenmesini kolaylaştırdı. Böylece hem Refah Sınır Kapısı’nın kapatılması hem de Gazze ile olan tünel bağlantılarının mahkeme kararlarıyla yok edilmesi, uluslararası kamuoyunda “zorunlu güvenlik tedbirleri” olarak sunuldu. Askerî rejim hem İsrail’in hem de Batılı aktörlerin güvenlik öncelikleriyle örtüşen bir pozisyon alarak, kendi baskıcı politikalarını uluslararası meşruiyet zemininde güçlendirdi.
Julian Brooking’in saptamasına göre, 14 Ağustos 2013’teki Rabia ve Nahda meydanlarında gerçekleştirilen müdahalelerde, güvenlik güçleri yaklaşık 1.000 ila 2.600 göstericiyi öldürdü; bu durum uluslararası insan hakları örgütleri tarafından “insanlığa karşı suç” olarak tanımlandı. Darbe ve sonrası süreç, insan hakları katliamları karşısında uluslararası cezalandırma yerine geçici kınama ve sessizlik politikasının tercih edildiğini ortaya koymaktadır. Bir yandan BM İnsan Hakları Özel Raportörü, AB ve ABD hükümetleri, Mısır’ın iç hukukta “protestoları yasaklama yasası” gibi araçlarla sivil özgürlükleri sistematik olarak kısıtladığını, protestoculara dönük ordu ve güvenlik güçleri müdahalelerinin orantısız olduğunu vurguladılar. Fakat yine de askeri yardımlar kesilmedi; ABD yılda yaklaşık 1,3 milyar dolarlık askeri desteğine devam etti. Bu durum, Siyonist çıkarlar ya da İsrail’in güvenlik söylemleriyle Mısır’ın stratejik konumunun örtüştüğü bir ilişkisel mekanizmayı akıllara getirir. Dolaysıyla fiili durum çerçevesinde Mısır’ın en temel, en kritik ve en stratejik meselesinin Refah Sınır Kapısı olduğunu söylesek yanlış olmayacaktır.
Refah Sınır Kapısı, Gazze ve Mısır arasında kaldıkça Mısır’ın İsrail’in ırkçı emperyalist politikalarından sıyrılarak bağımsızlaşması imkansızdır. İsrail’in siyonizmden vazgeçmesi yahut küresel sistemin İsrail’i desteklemekten vazgeçmesi gibi gerçeklerle bağdaşamayacak bir ihtimal gerçekleşmeden Mısır’ın özgür, adil ve demokratik bir rejim ile yönetilmesi pek mümkün gözükmemektedir.
Mısır’ın temel meseleleri bu eksen çerçevesinde şekillenmektedir. Askerî oligarşinin kurumsallaştığı bu rejimsel düzlemde, Mısır’ın diğer yapısal meseleleri de ya bastırılmış ya da sistemin sürdürülebilirliği uğruna yüzeysel çözümlerle ötelenmiştir. Ekonomik kırılganlık, rejimin en belirgin zaaf alanlarından biridir. 2016 sonrası IMF ile yürütülen ekonomik reform programları, halkın üzerindeki yükü ağırlaştırmıştır. Gıda ve enerji sübvansiyonlarında yapılan kesintiler, işsizlik, yüksek enflasyon ve yerel para biriminin değer kaybı, halkın günlük yaşamını doğrudan etkilemektedir. Askerî şirketlerin ekonomiye entegre olması, piyasada rekabeti ortadan kaldırmakta; küçük girişimcilerin, esnafın ve özel sektörün hareket alanı giderek daralmaktadır. Orduya bağlı Ulusal Hizmet Projeleri Teşkilatı (NSPO), neredeyse tüm stratejik sektörlerde varlık göstermektedir. Ancak bu model bir kalkınma stratejisi değil, ekonomik kontrol mekanizması olarak işletilmektedir.
Bu tabloya ek olarak, Mısır’ın kentleşme politikaları da siyasal sadakati inşa etme aracı hâline getirilmiştir. Kahire çevresinde yükselen Yeni İdari Başkent ve sanayi şehirleri, rejime sadık sosyal dokular yaratmak amacıyla tasarlanmıştır. Bu bölgeler, aynı zamanda protestolara kapalı, güvenlik kameralarıyla izlenen ve devlet kontrolünün yüksek olduğu alanlardır. Konut projeleri ve gıda yardımları bu güvenlik kentlerinde yoğunlaşmakta, muhalif bölgeler ise hizmetten mahrum bırakılmaktadır.
Sina Yarımadası’nda ise güvenlik söylemi, doğrudan militarist tahakkümün bahanesi hâline gelmiştir. “Vilayet Sina” adıyla bilinen DEAŞ bağlantılı yapılanma gerekçesiyle yürütülen askerî operasyonlar, yalnızca silahlı unsurları değil, bölge halkını da hedef almıştır. Toplu tahliyeler, altyapı yıkımları ve seyahat kısıtlamaları, bölgeyi adeta açık hava hapishanesine çevirmiştir. Uluslararası kamuoyunda ise bu operasyonlar, “terörle mücadele” adı altında normalleştirilmiştir. Ancak gerçekte bu müdahaleler, Refah Sınır Kapısı’nın kapatılmasına, Gazze’ye yardım koridorlarının yok edilmesine ve Mısır’ın İsrail’le sınır koordinasyonunun pekişmesine hizmet etmektedir. Mısır’da 3 Temmuz 2013’te gerçekleşen darbenin bedelini Mısır halkı ile beraber Gazze’deki yaklaşık 2 milyon Filistinli de ödemektedir.
Uluslararası alanda ise Mısır rejimi, stratejik konumu ve İsrail’le uyumlu politikaları sayesinde fiilî dokunulmazlık zırhı kazanmıştır. ABD, AB ve Körfez ülkeleri, darbe sonrası hukuksuzluklara, infazlara, işkencelere ve ifade özgürlüğü ihlallerine rağmen Kahire rejimiyle diplomatik ilişkilerini sürdürmüş; askerî ve mali yardımlar devam etmiştir. Bu destek, yalnızca bölgesel istikrar adına değil, aynı zamanda İsrail’in güvenlik çıkarlarını garanti altına almak için verilmiştir. Batı’nın gözünde “Mısır’daki istikrar”, halk iradesinden değil, kışla disiplini ve sınır kontrolünden ibarettir.
Tüm bu meselelerin üstünde bir başka varoluşsal kriz bulunmaktadır. Etiyopya’nın Mavi Nil üzerine inşa ettiği Hedasi (Rönesans) Barajı (Grand Ethiopian Renaissance Dam-GERD), Mısır’ın hayat damarını tehdit etmektedir. Nil Nehri, Mısır’ın içme suyu, tarım, sanayi ve enerji ihtiyacının %90’ını karşılamaktadır. Etiyopya ise 1929 ve 1959 tarihli Nil Anlaşmalarını tanımamakta, suyu egemenlik meselesi olarak görmektedir. 2020 yılında barajı tek taraflı olarak doldurmaya başlaması, Kahire’de büyük bir alarm yaratmış ancak Sisi yönetimi sert söylemsel çıkışlar dışında somut bir adım atamamıştır.
Mısır’ın Geleceği Bölgenin Geleceğinden Bağımsız Düşünülebilir mi?
Mısır’ın geleceği, yalnızca ekonomik reformların başarı düzeyine ya da bölgesel gelişmelere değil, halkın siyasal iradesinin ne ölçüde tanındığına bağlı olacaktır. Bugünkü cunta rejimi, istikrarı baskıyla, kalkınmayı kontrolle, güvenliği izolasyonla özdeşleştiren bir anlayış üzerine kuruludur. Ancak tarihsel olarak defalarca görüldüğü gibi, bu modelin sürdürülebilirliği sınırlıdır. Ne askerin holdingleşmiş yapısı ne de dış destekli istikrar söylemi, halkın temel hak ve taleplerini kalıcı olarak bastırabilecek güçtedir. Bugün bastırılan sosyal enerji, yarının dönüşüm ihtimalini doğuracaktır.
Jeopolitik olarak Mısır, Akdeniz–Afrika–Arap hattında vazgeçilmez bir merkez olmaya devam edecektir. Ancak bu avantaj, toplumsal sözleşme ve siyasal meşruiyetle desteklenmediği sürece, yalnızca dış güçlerin istikrar beklentilerine hizmet eden bir tampon devlet işlevi görmeye mahkûmdur. Eğer bir gelecek vizyonu kurulacaksa, bu vizyonun ekseni, kışlanın değil, halkın iradesine dayanmak zorundadır. Mısır’ın gerçek potansiyeli, halkıyla barışmış, özgürlükten korkmayan ve adaleti kurumsal bir refleks hâline getirmiş bir rejimle ortaya çıkabilir. Aksi hâlde ülke, nehrin akışına değil, darbe kalıntılarının ağır tortusuna teslim olmaya devam edecektir.
Muhammed Murat Öymez, Onyedi Eylül Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir.
[1] Yezid Sayigh, Owners of the Republic: An Anatomy of Egypt’s Military Economy (Beirut: Carnegie Middle East Center, 2019), 3–5.
[2] Sayigh, Yezid. Owners of the Republic: An Anatomy of Egypt’s Military Economy. Carnegie Middle East Center, 2019, s. 84-88.
[3] Cemal Abdülnasır liderliğindeki rejim, Hür Subaylar Hareketini “anti-emperyalist, halkçı ve devrimci” olarak sundu. Ancak bu yapı gerçek bir sivil katılım değil, ordu merkezli hiyerarşik bir otoriter sistem kurdu.
[4] Neoliberal “infitah” (açılım) politikaları ile yürütülen reformlar orduyu bir süreliğine ikincil plana atıyor gibi görünse de zamanla ordu şirketleri serbest piyasada tekelci aktör olarak geri döndü. Serbest piyasa söylemi rejimin ekonomik elitleri yeniden örgütlemesini sağladı ama siyasal sistemde otoriterlik sürüyordu.
[5] 2014 Anayasası’nda yer alan ve orduya açıkça siyasal rol ve anayasal dokunulmazlık tanıyan maddeler, özellikle anayasanın 200. ve 234. maddeleri, orduyu “devletin bekçisi” ilan ederken, savunma bakanının atanmasında askerî konseyin onay şartı gibi düzenlemeler getirdi. Bu değişiklikler doğrudan halk oylamasına sunuldu ve yüksek oy oranıyla geçti.
[6] Khaled Fahmy, All the Pasha’s Men: Mehmed Ali, His Army and the Making of Modern Egypt (Cambridge: Cambridge University Press, 1997), 19–24.
[7] Juan R. Cole, Colonialism and Revolution in the Middle East: Social and Cultural Origins of Egypt’s Urabi Movement (Princeton: Princeton University Press, 1993), 140–164.
[8] Cole, Colonialism and Revolution, 3–5.