back to top
26 Kasım, 2025, Çarşamba
Ana SayfaYayınlarAnalizOsmanlı’dan Kaddafi’ye

Osmanlı’dan Kaddafi’ye

Libya’da Devlet, Toplum ve Siyasal Dönüşüm (1551–2011)

Giriş

Libya’nın modern tarihi, yüzyıllar boyunca süregelen imparatorluk hâkimiyeti, sömürgeci fetihler ve devrimci sarsıntılarla şekillenmiş; farklı etnik, dini ve siyasi unsurların iç içe geçtiği bir mozaiğe benzer. Bu genel bakış, 1551’deki Osmanlı fethinden başlayarak İtalyan sömürge dönemine, bağımsız Libya Krallığı’nın ortaya çıkışına ve Muammer Kaddafi’nin dönüştürücü fakat nihayetinde istikrarsızlaştırıcı iktidarına kadar Libya toplumunun evrimini izlemektedir. Osmanlı yönetimi altında Libya, Akdeniz ve Sahra kültürlerinin kesiştiği bir kavşak hâline gelmiş; Sünni Arap kabileleri, Berberi toplulukları ve kozmopolit kıyı şehirleri, imparatorluk otoritesi ile yerel özerklik arasında kurulan dengeli bir yapı içerisinde bir arada yaşamıştır. Özellikle Senusi hareketi olmak üzere Sufi tarikatlarının yükselişi, yalnızca manevi rehberlik sağlamakla kalmamış; aynı zamanda toplumsal dayanışmayı güçlendirmiş ve yabancı müdahalelere karşı direnişi beslemiştir.

1911’deki İtalyan işgali şiddetli bir kırılmaya işaret etmiş; sömürgeci politikalar yerli toplumsal yapıları bastırmayı ve yerleşimci hâkimiyetini dayatmayı hedeflemiş, bu da yoğun bir direnişe yol açarak travma ve bölünmüşlük mirası bırakmıştır. 1951’de kazanılan bağımsızlık farklı bölgelerin birleştirilmesi, sıfırdan kurumlar inşa edilmesi ve petrol zenginliğinin sunduğu fırsatlarla risklerin dengelenmesi gibi yeni zorlukları beraberinde getirmiştir. Krallığın modernleşme çabaları, siyasi durağanlık ve artan eşitsizlik nedeniyle sekteye uğramış, 1969’daki Kaddafi darbesine zemin hazırlamıştır. Kaddafi’nin radikal ideolojiye, kabile manipülasyonuna ve rant ekonomisine dayalı rejimi, Libya toplumunu köklü biçimde dönüştürmüş ancak kurumsal açıdan kırılgan bırakmıştır. 2011’de rejimin çöküşü, derin bölünmeleri ve dayanıklı devlet yapılarının yokluğunu gün yüzüne çıkarmış, Libya’yı hâlen süren bir kaosa sürüklemiştir. Bu tarihsel yolculuk, geçmişin mirasının Libya’nın bugünkü sorunları üzerindeki kalıcı etkilerini gözler önüne sermektedir.

Osmanlı Döneminde Libya’da Etnik ve Dini Yapılar (1551–1911)

1551’de Osmanlı İmparatorluğunun Trablus’u fethetmesi, Libya’yı Osmanlı Akdeniz’inin daha geniş imparatorluk yapıları içine dâhil etti. Bu durum imparatorluk otoritesi, kıyıdaki elitler ve iç bölgelerdeki kabile liderleri arasında pragmatik bir dengeye dayanıyordu. Fetihten sonra Kanuni Sultan Süleyman Murad Ağa’yı vali olarak atadı. Osmanlı varlığı, konuşlandırılan askerî kuvvetlerin bir parçası olarak Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkesler, Arnavutlar, Rumlar ve Bulgarları da kapsayan göç dalgalarını başlattı. Libya kabileleri, Osmanlı hâkimiyetini büyük ölçüde memnuniyetle karşıladı ve onları sürekli Avrupalı Hristiyan saldırılarına karşı koruyucu bir güç olarak gördü.[1]

Bu dinamik, etnik ve dini yapıların toplumu örgütlemenin ve iktidara aracılık etmenin başlıca aracı olduğu kendine özgü bir siyasi ve sosyal düzen ortaya çıkardı. Osmanlı Libya’sındaki etnik yapı oldukça çeşitlilik gösteriyordu. Nüfusun çoğunluğu, özellikle Trablusgarp ve Sirenayka’da, büyük ölçüde Sünni Müslüman Araplardan oluşuyordu. Burada Warfalla, Evlad Süleyman ve Megarha gibi kabile konfederasyonları hem ekonomik hem de askerî alanda etkiliydi. Bu Arap grupların yanı sıra Amazighler (Berberiler), Nafusa Dağları ve kıyıdaki Zuvara gibi bölgelerde kültürel ve dilsel geleneklerini sürdürmeye devam ettiler.[2]

Fizan ve Sahra’nın derin bölgelerinde, Tuareg ve Tebu toplulukları Libya’yı Sahra Altı Afrika’ya bağlayan trans-Sahra kervan ticareti ağlarında merkezi roller üstleniyordu. Kıyı şehirleri ise daha kozmopolit bir yapıya sahipti: Trablus, Bingazi ve Misrata’da Yahudi topluluklarının yanı sıra küçük Maltalı, Rum ve Osmanlı Türkü tüccar ve zanaatkâr mahalleleri bulunuyordu.[3]

Dini yapılar da aynı derecede önemliydi. Osmanlı yönetimi, resmî olarak Hanefi hukuk ekolü çerçevesinde Sünni ortodoksluğu sürdürse de Libya’nın dinî hayatına esasen tasavvufî tarikatlar, özellikle de Sirenayka’daki Senusi hareketi hâkimdi. 1830’larda Muhammed bin Ali es-Senusi tarafından kurulan bu tarikat, yalnızca manevî rehberlik sağlamakla kalmayan; aynı zamanda eğitim veren, kabileler arası anlaşmazlıkları çözen ve Sahra’yı aşan kervanlara güvenlik sağlayan bir zaviyeler ağı kurdu. Evans-Pritchard’ın klasik çalışması, Senusiyye’nin 19. yüzyılın sonlarına doğru bir tür yarı-devlet yapısı inşa ettiğini ve normalde bölünmüş olan kabileleri, yabancı müdahalelere karşı koyabilecek dinî ve toplumsal bir koalisyon içinde bir araya getirdiğini ortaya koyar.[4]

Osmanlı sistemi, imparatorluğun dinî ve siyasî otoriteyi birleştirme yönündeki daha geniş pratiğini yansıtıyordu. Lisa Anderson’un belirttiği üzere, 19. yüzyıla kadar Libya’da devletin meşruiyeti esasen dinî bir çerçevede kurgulanmıştı: Vergilendirme zekât olarak kutsallaştırılıyor, askerlik cihad şeklinde sunuluyor ve sultan hem dünyevî iktidarı hem de hilafeti şahsında barındırıyordu. Ancak uygulamada yönetim, özellikle imparatorluk otoritesinin sınırlı olduğu kırsal bölgelerde, büyük ölçüde örfî hukuk ve yerel müzakerelere dayanıyordu.[5]

Trablusgarp’ta, yarı-özerk Karamanlı Hanedanı (1711–1835), Osmanlı egemenliğinin yerel koşullara uyarlanışının pragmatik bir örneğini sunar. Karamanlılar, Türk kökenli yerel bir aile olup eyaleti vali (paşa) olarak yönetmiş, İstanbul ile resmî bağlarını sürdürmekle birlikte fiilen özerkliklerini korumuşlardır. Trablus’un ekonomisini genişletmiş, iç bölgeleri denetlemek için kabile ittifaklarına dayanmış ve Akdeniz ticareti ile Sahra ticareti arasında aracılık yapmışlardır. Onların gerilemesi ve ardından 1835’te Osmanlı’nın doğrudan kontrolünü yeniden tesis etmesi ise imparatorluğun 19. yüzyıldaki daha geniş merkezileşme çabalarını yansıtmaktaydı. Bu çabalar; idarî reformları, vergi standartlaştırmasını ve artan askerî varlığı kapsamaktaydı.[6]

Osmanlı varlığı, nihayetinde Libya’ya dikkate değer ölçüde dirençli olan bir siyasî süreklilik ve kültürel bütünleşme çerçevesi sağladı.Yerel gelenekleri gözetirken daha geniş bir İslami kimliği pekiştiren Osmanlı yönetimi, Libya’yı Avrupa nüfuzunun derinleşmesinden korumuş ve topluluklarının özerkliğini muhafaza etmiştir. İmparatorluğun tasavvufî ağlara, kabileler arası aracılığa ve kervan güvenliğine verdiği destek, farklı bölgelerde istikrarı teşvik etmiştir. Merkezî otoritenin zayıfladığı dönemlerde dahi Osmanlı egemenliği, kabile ayrılıklarını aşan birleştirici bir referans noktası sunmuştur. Bu kalıcı yapılar yalnızca Libya’nın İslami karakterini güvence altına almakla kalmamış, aynı zamanda ileride ortaya çıkacak toplu direniş ve ulus inşası hareketlerinin zeminini de hazırlamıştır.[7]

İtalyan Sömürge Dönemi (1911–1943)

1911’de İtalya’nın Libya’yı işgali, Osmanlı mirasıyla kesin bir kopuşu ve Kuzey Afrika’daki en şiddetli sömürgeci karşılaşmalardan birinin başlangıcını simgeler. Büyük güç olma arayışındaki İtalya, Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmiş ve hızlı bir deniz harekâtının ardından Trablus ve Bingazi’yi işgal etmiştir. Uşi Antlaşması (1912) ile egemenlik resmen Osmanlılardan İtalya’ya geçmiş olsa da Libya iç bölgeleri üzerinde etkin kontrol sağlanamamıştır. Kabile, dinî ve bölgesel yapıları büyük ölçüde bütünleştiren Osmanlı yönetiminin aksine İtalyan sömürgeciliği baskı ve merkezileştirme politikası izlemiş, bu da geniş çaplı direnişi tetiklemiştir.

Başından itibaren İtalyan sömürgeciliği, Osmanlılardan miras kalan yönetim sistemini ortadan kaldırmayı hedefledi. Osmanlıların kabile müzakerelerine ve tasavvufî ağlara dayanan yaklaşımı, zorlayıcı askerî yönetim, ekonomik el koyma ve yerleşimci sömürgeleştirme girişimleriyle yer değiştirdi. İtalyan yetkililer Libya’yı, imparatorluğun yarı özerk bir eyaleti olarak değil, metropol İtalya’nın bir uzantısı olan “La Quarta Sponda” (Dördüncü Kıyı) şeklinde tasavvur ediyorlardı.[8] Bu yerleşimci-sömürgeci vizyon, Libya’nın karmaşık etnik ve dinî dokusunu göz ardı etmekle kalmamış, aynı zamanda hem sahil kesimindeki seçkinlerden hem de iç bölgedeki kabilelerden sert bir muhalefeti tetiklemiştir.

Direniş en belirgin biçimde, geç Osmanlı döneminde güçlenmiş olan Senusi tarikatının liderliği altında Sirenayka’da ortaya çıktı. Dinî meşruiyetleri ve kabile ittifaklarından güç alan Senusiyye, İtalyan işgaline karşı silahlı direnişin çekirdeğini oluşturdu. Ömer el-Muhtar gibi liderler, 1920’lerden itibaren, Osmanlı döneminden beri geliştirilen zaviyeler ağına ve kabile desteğine dayanarak gerilla savaşı örgütlediler.[9] Direnişi bastırmaya yönelik İtalyan girişimleri, köylerin yakılıp yıkılması, sürgünler ve toplama kamplarının kullanılması gibi “yakıp yıkma” taktiklerini içeriyordu.

Trablusgarp’ta direniş, başlangıçta hem Osmanlı dönemindeki özerkliklerinden hem de İslami dayanışmadan güç alan Vurfalla ve Megarha gibi kabile konfederasyonları etrafında şekillendi. İtalyan güçleri bu grupları nihayet 1920’lerin ortalarında bastırmış olsa da baskı, sömürgeciler ile sömürülenler arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi.[10] Tasavvufî uygulamaları yasaklayarak ve İslamî eğitimi zayıflatarak Osmanlı’dan miras kalan dinî meşruiyeti ortadan kaldırma girişimi, onların etkisini yok etmeyi başaramadı. Aksine, tasavvuf sömürge karşıtı seferberliğin bir odak noktası hâline geldi ve Osmanlı yönetimi döneminde şekillenen yapıların kalıcı önemini gözler önüne serdi.[11]

1922 sonrasında faşist yönetim altında İtalyan sömürge politikası evrim geçirdi. Mussolini rejimi, Libya’yı “İtalyanlaştırma” çabalarını yoğunlaştırarak Güney İtalya’dan kitlesel göçü teşvik etti ve müsadere edilen topraklarda yeni tarım kolonileri inşa etti. Altyapı projeleri   yollar, limanlar ve kentsel gelişim Libya’yı merkeze daha sıkı bağlamak amacıyla yürütülürken, yerli topluluklar ya dışlanıyor ya da zorla yerlerinden ediliyordu.

İtalyan yönetiminin vahşeti, Libya’nın demografik ve toplumsal yapısını da yeniden şekillendirdi. Sirenayka’da kitlesel sürgünler ve infazlar, Senusi hareketinin destek tabanını ağır biçimde zayıflatırken; Trablusgarp’ta kent nüfusları giderek daha fazla ayrıştırıldı.[12] Baskı ortamında bile dayanışma ağları varlığını sürdürdü. Sözlü tarih anlatıları, kabilesel hafızanın, İslamî kurumların ve İtalyan kamplarındaki ortak acının, yerel ayrılıkları aşan kolektif bir Libya kimliği duygusunu nasıl beslediğini ortaya koymaktadır.[13]

İtalyan sömürge dönemi boyunca Senusi tarikatı bir direniş sembolü olarak varlığını sürdürürken sürgündeki liderler (örneğin İdris es-Senusi) yurt dışında muhalefeti örgütlemeye devam etti. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi Libya’nın stratejik önemini yeniden alevlendirdi: Eksen ve müttefik güçler arasındaki bir savaş alanı olarak ülke daha da büyük yıkımlara maruz kaldı. 1943’te Britanya ve müttefik kuvvetler İtalya’yı Libya’dan çıkardığında, kırk yıllık sömürge yönetimi geride şiddet, mülksüzleştirme ve parçalı bir kalkınma mirası bırakmıştı.[14]

Yerel uyumla imparatorluk otoritesini dengeleyen Osmanlı döneminin aksine, İtalyan sömürge projesi yerli yapıları ortadan kaldırmayı ve onların yerine yerleşimci hâkimiyetini koymayı amaçladı. Ancak bu projenin başarısızlığı, özellikle Senusi hareketi başta olmak üzere Libya’nın dinî ve kabilesel ağlarının direncini gözler önüne serdi. Senusilerin meşruiyeti ise daha sonra 1951’de Libya monarşisinin temelini oluşturacaktı.[15]

Bağımsızlık Sonrası Dönem

Libya’nın bağımsızlığı, II. Dünya Savaşı’nın koşullarından derinden etkilendi. İtalya ve mihver güçlerinin yenilgisi, müttefiklerin İtalya’nın Afrika’daki sömürgelerini devralmasıyla sonuçlandı. Aynı dönemde, Soğuk Savaş’ın ortaya çıkan jeopolitiği, müttefikleri Libya için İngiliz ve Fransız destekli savaş sonrası vesayet planını uygulamak yerine, Libya’nın bağımsızlık taleplerini tanımaya itti.[16]

1951’de Libya’nın bağımsızlığı, bir sömürge gücünün doğrudan çekilmesiyle değil, Birleşmiş Milletler himayesi altında ortaya çıkması bakımından nadir bir örnek teşkil etti. Federal bir anayasanın kabulüyle Libya, İtalyan sömürgeciliğine karşı direnişi yönlendiren Senusi tarikatının lideri İdris es-Senusi yönetiminde egemen bir krallık hâline geldi. Federal düzenleme, Libya’nın derin bölgesel çeşitliliğini yansıtıyordu: Trablusgarp, Sirenayka ve Fizan’a geniş bir özerklik tanındı; her biri kendi parlamentosuna ve idaresine sahipti. Bağımsızlık anında Libya, dünyanın en yoksul devletleri arasında yer alıyor; sınırlı altyapıya, az sayıda modern kuruma ve yabancı yardıma bağımlı bir ekonomiye sahip bulunuyordu. Dolayısıyla devlet inşa süreci hem farklı bölgeleri birleştirme hem de kurumları neredeyse sıfırdan inşa etme gibi iki yönlü bir zorluk tarafından şekillendirildi.[17]

Yeni krallığın siyasal düzeni, Senusi mirası tarafından derinden şekillendirilmişti. Kral İdris, özellikle kabile ve dini bağlılıkların güçlü kaldığı Sirenayka’da, Senusi tarikatının liderliğinin sağladığı meşruiyete dayanıyordu. 1951 Anayasası, iki meclisli bir yasama organına sahip anayasal bir monarşi kurmuş olsa da uygulamada İdris önemli ölçüde yetki kullanıyor, himaye ağlarına ve Sirenayka elitlerinin sadakatine dayanıyordu. Siyasal partiler zayıf, parçalı ve çoğu zaman yasaklıydı; rejim, çoğulcu rekabetten ziyade istikrarı ve monarşiye sadakati önceledi.[18]

Başlangıçta federal yapı, üç tarihsel olarak farklı eyalet arasında ortak bir ulusal kimlik oluşturmanın zorluklarını yansıtarak bölgesel hükümetlere eğitim, polis ve vergilendirme üzerinde geniş yetkiler tanımıştı. Ancak idari verimsizlik ve bölgeler arası rekabet kısa sürede federalizmi zayıflattı. 1963 yılına gelindiğinde anayasa değişiklikleriyle federal sistem kaldırılarak vilayetler arası rekabeti azaltma çabasıyla yetkilerin Trablus’ta toplandığı üniter bir monarşi tesis edildi.[19] Bu adım, İdris’in monarşiyi tahkim etme arzusunun yanı sıra ülkenin hızla dönüşen ekonomisini yönetme zorunluluklarını da yansıtmaktaydı.

Bağımsızlık döneminde Libya’nın ekonomisi yeterince gelişmemişti; tarım ve hayvancılık temel geçim kaynağıydı. 1951 ile 1958 yılları arasında devlet büyük ölçüde yabancı yardımlarla ayakta kalmış, özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri, sağladıkları mali destek karşılığında ülkede askerî üsler bulundurmuşlardı.[20]

Bununla birlikte, 1959’da petrolün keşfi Libya’nın ekonomik seyrini köklü biçimde değiştirdi. 1960’ların ortalarına gelindiğinde petrol gelirleri, krallığı Afrika’nın en yoksul ülkelerinden biri olmaktan çıkararak en zenginlerinden biri hâline getirmişti.[21] Petrol zenginliği, hükümetin altyapı projeleri, modern konutlar, okullar ve hastaneler gibi iddialı kalkınma programlarını başlatmasına imkân tanıdı. Libya’nın GSYH’si dramatik biçimde yükseldi ve devlet, ekonomik modernleşmenin başlıca itici gücü hâline geldi. Ancak bu dönüşüm, aynı zamanda tarımı geri plana iterek petrol bağımlılığını yapısal olarak pekiştirdi ve Libya’yı küresel piyasalardaki dalgalanmalara karşı kırılgan bıraktı. Lisa Anderson’un da belirttiği üzere petrol ekonomisi, siyasal otoritenin kurumsallaşmış katılıma değil, gelirlerin dağıtımı yoluyla sürdürüldüğü bir rantçı devlet yapısını besledi.[22] Petrol zenginliği eğitim ve istihdam olanaklarını genişletmiş olsa da aynı zamanda kentsel ve kırsal bölgeler arasındaki uçurumu, devlet himayesine erişebilen elitlerle dışlanmış topluluklar arasındaki farkı da derinleştirdi.

Petrol zenginliğinin akışı Libya toplumunu dönüştürdü. Eğitimde genişleme dikkat çekiciydi: Okuma-yazma kampanyaları ve yeni okullar modern eğitime erişimi artırdı ancak sistem talebin ölçeğiyle kıyaslandığında yetersiz kalmaya devam etti. Kırsaldan kentsel merkezlere göç hız kazandı; Trablus ve Bingazi modernleşmenin odak noktaları olarak öne çıktı.[23]

Petrol gelirleri devletin kapasitesini genişletmiş olsa da kurumsal gelişim geride kaldı. İdari yapılar çoğu zaman zayıf, verimsiz veya yolsuzluğa açık durumdaydı; atamalar liyakate değil sadakate dayalı olarak yapılıyordu. Monarşinin temkinli ve muhafazakâr yönetimi kısa vadede istikrar sağlamış olsa da Libya’yı modernleşmenin gerekliliklerine hazırlıksız bıraktı. Anlamlı bir siyasal katılımın yokluğu, gözle görülür ekonomik eşitsizlikle birleşerek öğrenciler, profesyoneller ve ordunun bazı kesimleri arasında artan bir hoşnutsuzluk yarattı. 1960’ların sonlarına gelindiğinde İdris’in yönetimine yönelik memnuniyetsizlik kritik bir seviyeye ulaşmıştı.

1960’ların ortalarına gelindiğinde Libya zengin bir petrol devleti olarak öne çıkmıştı ancak monarşi siyasal sistemini hızlı sosyo-ekonomik değişime uyarlamakta zorlanıyordu. Yolsuzluk skandalları, reformların yavaş ilerlemesi ve Batı çıkarlarına bağımlı olduğu algısı, rejimin meşruiyetini aşındırdı. Sağlık sorunları nedeniyle uzun süreler ülke dışında kalan İdris’in giderek siyasetten uzaklaşması ise monarşinin etkin bir şekilde yönetme kapasitesini daha da zayıflattı.[24]

Ekonomik modernleşme ile siyasal durgunluk arasındaki çelişki, radikal muhalefet için elverişli bir zemin yarattı. Üniversite öğrencileri, genç subaylar ve kentsel profesyoneller Arap milliyetçisi söylemleri benimsedi; sosyal adalet, ulusal egemenlik ve siyasal yenilenme talep ettiler. Bu hoşnutsuzluk iklimi, 1 Eylül 1969 darbesinin sahnesini hazırladı; Muammer Kaddafi önderliğindeki genç Birinci Subaylar grubu monarşiyi devirdi ve Libya Arap Cumhuriyeti’ni ilan etti.

Kaddafi Rejimi ve Libya’daki Sosyal Yapıya Etkisi (1969–2011)

Genç Albay Muammer Kaddafi önderliğindeki Birinci Subaylar grubunun Eylül 1969’da Kral İdris’i devirmesi, Libya’nın monarşik geçmişiyle radikal bir kopuşu başlattı. Kaddafi hem liberal demokrasiyi hem de geleneksel monarşiyi reddeden devrimci bir devlet inşa etmeyi amaçladı ve meşruiyetini Arap milliyetçiliği, İslam ve anti-emperyalizmden aldı. Önümüzdeki kırk iki yıl boyunca yönetimi, Libya’nın toplumsal yapısını, siyasetini ve kurumlarını temelden yeniden şekillendirdi.[25] Gaddafizm; sosyalizm, İslam ve pan-Arap ideolojisinin belirsiz bir karışımı olup yabancı etkiye karşı duruşu ve özel girişimciliği yasaklaması dahil olmak üzere hayatın her alanına nüfuz eden pek çok kısıtlamayı içermekteydi.[26]

Kaddafi’nin sisteminin merkezinde, 1977’de Yeşil Kitap’ın yayımlanmasının ardından resmî olarak ilan edilen Camahiriye (kitlelerin devleti) yer alıyordu. Sistem, geleneksel temsilî kurumları reddederek doğrudan demokrasi modelini benimsiyordu. Ancak pratikte bu yapı devleti işlevsiz hâle getirmişti.

Halkın iradesini yansıtmak amacıyla adları var olsa da Halk Komiteleri ve Halk Kongreleri fiilen Kaddafi’nin ve sadık bir azınlık çevresinin elinde yoğunlaşan karar alma süreçlerinin gölgesinde kaldı. Bakanlıklar güçsüzleştirildi, kamu görevlileri siyasi komitelere bağlandı ve yargı bağımsızlığını yitirdi. Böylece Libya, klasik bir rantçı devlet hâline geldi: Siyasal sadakat, kurumsal meşruiyet yerine petrol gelirleri aracılığıyla satın alınıyordu.

Kaddafi, Libya toplumunu aynı zamanda kabile ve ideolojik temellere göre yeniden yapılandırdı. Kamusal alanda kabileciliği gerici olarak kınadı ve pan-Arap, devrimci bir kimlik inşa etmeye çalıştı. Ancak özel olarak, iktidarını pekiştirmek için kabile sadakatlerini manipüle etti. Kabileler güvenlik aygıtına dahil edildi, himaye sağlandı veya rakiplere karşı kışkırtıldı. Bu ikili strateji, ulusal bütünlüğü zayıflatırken toplumsal bölünmeleri derinleştirdi. Metnin ilgili kısımlarında da vurgulandığı gibi, Kaddafi’nin hayatta kalması, sadık kabileleri ödüllendirirken potansiyel rakipleri dışlama temeline dayalı dikkatli bir dengeye bağlıydı.[27]

Petrol gelirleri, Kaddafi’nin sosyal ve siyasal düzeninin temelini oluşturdu. 1970’lerde petrolün millileştirilmesiyle Libya, ücretsiz sağlık, ücretsiz eğitim, sübvansiyonlu konut ve doğrudan nakit yardımları gibi kapsamlı refah harcamaları için kaynak sağladı. Ancak bu rantçı model, zenginliği devlette yoğunlaştırdı ve özel girişimciliği caydırdı. Ekonomik kötü yönetim, düzensiz politika değişiklikleri ve yolsuzluk uzun vadeli kalkınmayı baltaladı. “Ekonomik sosyalizm” üzerine periyodik deneyler ticareti aksatırken 1980’ler ve 1990’lardaki yaptırımlar ekonomiyi daha da zorladı. Rejim, gelir dağıtımı yoluyla ayakta kaldı ancak bu, kurumsal dayanıklılıktan ziyade devlet bağımlılığını pekiştirme pahasına gerçekleşti.[28]

2011 Arap Baharı sırasında Kaddafi’nin düşüşü, onun inşa ettiği devletin kırılganlığını ortaya çıkardı. Kırk iki yıl boyunca Kaddafi, bağımsız kurumların ortaya çıkmasını bilinçli olarak engellemiş; bunun yerine himaye ağları, kabile dengesi ve kişisel kontrol yoluyla yönetimi sürdürmüştü. Rejim çöktüğünde Libya, geçişi yönetebilecek güçlü siyasal partilere, profesyonel bir bürokrasiye veya birleştirici bir ulusal kimliğe sahip değildi. Kabile ve bölgesel sadakatlerin hâkim olduğu güvenlik sektörü milis gruplarına bölünmüş, her biri meşruiyet iddiasında bulunmuştu. Silahlı gruplar ve savaş kârına odaklanan çıkar sahipleri gibi statükoya bağlı aktörler, iktidarda ve savaş ekonomisinde kökleşmiş durumdadır. Uzlaşmaya gitmek için az motivasyonları olduğundan, devam eden çıkmazdan fayda sağlayanlar onlar olmuştur. Libyalılar kapsamlı bir ulusal diyalogla ortak bir vizyon oluşturana dek, bu döngü sürmeye devam edecektir.

Bir zamanlar birleştirici bir rant kaynağı olan petrol, rakip gruplar arasında çekişme konusu hâline geldi. Müzakere ve güç paylaşımı için kurumsallaşmış mekanizmaların yokluğu, anlaşmazlıkların silahlı çatışmalarla çözülmesine yol açtı. Bu anlamda Libya’daki süregelen kaos, Kaddafi’nin yönetiminin uzun gölgesini yansıtmaktadır: Sistemi, kendi yaşamı boyunca istikrar sağlasa da rejim çöktüğünde patlayıcı bir boşluk bırakmıştır.

Kaddafi’nin kırk yıllık iktidarı Libya’yı dönüştürdü ancak bunun bedeli ağır oldu. Devlet kurumlarının tasfiyesi, kabile sadakatlerinin manipülasyonu ve petrol gelirlerine dayalı yönetim, onun liderliği dışında sürdürülebilirliği olmayan kişisel bir iktidar sistemi yarattı. Rejim sosyal faydalar sağlasa da Libyalılara siyasal ses ve kurumsal süreklilik hakkı tanımadı. 2011’de bu sistemin çöküşü, hâlâ çözülememiş derin bölünmeleri ortaya çıkardı ve bu, Kaddafi’nin düşüşünden on yılı aşkın bir süre sonra Libya’nın istikrarsızlık, parçalanma ve çatışmayla mücadele etmeye devam etmesini açıklamaktadır.

Sonuç

Osmanlı entegrasyonu, sömürgeci boyunduruk, monarşik deneyimler ve devrimci dönüşümler üzerinden izlenen Libya tarihi, dış müdahale ile yerel irade arasındaki kalıcı gerilimi vurgulamaktadır. Osmanlı yönetimi; kabile, dini ve bölgesel çeşitliliği barındıran bütünleştirici bir düzen kurarak süreklilik ve dayanıklılık hissini güçlendirmiştir. Buna karşılık İtalyan sömürgeciliği bu yapıları ortadan kaldırmayı hedeflemiş ancak bunun sonucunda direnişi besleyecek kabilevi, dini ve toplumsal ağları istemeden de olsa kuvvetlendirmiştir. Bağımsızlık, öz belirlenim için nadir bir fırsat sunsa da ulusal birliği sağlamak, ekonomik modernleşmeyi gerçekleştirmek ve siyasi katılımı kurumsallaştırmak ciddi zorluklar yaratmıştır. Petrol zenginliği hızlı bir kalkınmayı mümkün kılmış fakat aynı zamanda bağımlılığı ve eşitsizliği derinleştirmiştir. Monarşinin toplumsal değişime uyum sağlayamaması, Kaddafi’nin radikal deneyine kapı aralamıştır.

Kaddafi’nin kırk yılı aşkın iktidarı, sosyal faydalar ve istikrar getirmiş olsa da bunun bedeli kurumsal kırılganlık ve siyasi baskı olmuştur. Onun kabile sadakatlerini manipüle etmesi ve devlet kurumlarını dağıtması, kişisel otoriteye ve petrol gelirlerine dayalı, rejim yıkıldığında ayakta kalamayacak bir sistem yaratmıştır. 2011 sonrasında ortaya çıkan tablo, Libya’daki kurumsal boşluğun derinliğini açığa çıkarmış; uzlaşı ve müzakere mekanizmalarının yokluğunda rakip gruplar iktidar mücadelesine girişmiştir. Dolayısıyla Libya’nın devam eden istikrarsızlığı, sömürgeci şiddetin, rant ekonomisinin ve devlet kurumlarının kasıtlı olarak zayıflatılmasının mirasına dayanmaktadır. Bu tarihi anlamak, Libya’nın geleceğinde uzlaşıya, kapsayıcı yönetişime ve sürdürülebilir barışa giden yolun inşası için elzemdir.

Ferhat Polat, TRT World Araştırma Merkezi’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır.

[1] Tarek Ladjal, ‘Tribe and State in the History of Modern Libya: A Khaldunian Reading of the Development of Libya in the Modern Era 1711–2011’, Cogent Arts & Humanities 3, no. 1 (2016): 1183278, https://doi.org/10.1080/23311983.2016.1183278.

[2] Yakup Kaya and Merve Gönlühoş Elmas, ‘From Janissaries to Leaders: The Continuing History of the Kuloghlis in Libya’, Osmanlı Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, no. 23 (December 2024): 38–56, https://doi.org/10.21021/osmed.1461636.

[3] Lisa Anderson, ‘Religion and State in Libya: The Politics of Identity’, The Annals of the American Academy of Political and Social Science 483 (1986): 61–72.

[4] S. F. Nadel, ‘The Sanusi of Cyrenaica. By E. E. Evans-Pritchard. Oxford: Clarendon Press, 1949. Pp. v + 240. Maps and Illustrations. 25s.’, Africa 20, no. 2 (1950): 154–154, https://doi.org/10.2307/3180575.

[5] Anderson, ‘Religion and State in Libya’.

[6] Abdelhakim M Masli and Abdulaziz Elwalda, ‘LIBYA: POLITICS, ECONOMICS, BANKING AND THEIR EFFECTS ON CORPORATE GOVERNANCE’, Journal of EBOR 3, no. 1 (2021): 91–116.

[7] Anderson, ‘Religion and State in Libya’.

[8] MARTIN MOORE and TRACY PHILIPPS, ‘FOURTH SHORE-ITALY’S MASS COLONISATION OF LIBYA1’, African Affairs XXXIX, no. CLV (1940): 129–33, https://doi.org/10.1093/oxfordjournals.afraf.a100991.

[9] Nir Arielli, ‘Colonial Soldiers in Italian Counter-Insurgency Operations in Libya, 1922-32’, British Journal for Military History 1, no. 2 (2015), https://journals.gold.ac.uk/index.php/bjmh/article/view/612.

[10] Ronald Bruce St John, ‘Libya Since 1835 and The Second Ottoman OCCUPATION’, in Routledge Handbook on the Modern Maghrib (Routledge, 2023).

[11] Fait Muedini, ‘(PDF) Sufism and Anti-Colonial Violent Resistance Movements: The Qadiriyya and Sanussi Orders in Algeria and Libya’, ResearchGate, ahead of print, June 2015, https://doi.org/10.1515/opth-2015-0003.

[12] Francesca Di Pasquale, ‘The “Other” at Home: Deportation and Transportation of Libyans to Italy During the Colonial Era (1911–1943)’, International Review of Social History 63, no. S26 (2018): 211–31, https://doi.org/10.1017/S0020859018000299.

[13] Ali Abdullatif Ahmida, ‘Forgotten Voices: Power and Agency in Colonial and Postcolonial Libya’, Routledge & CRC Press, 2005, https://www.routledge.com/Forgotten-Voices-Power-and-Agency-in-Colonial-and-Postcolonial-Libya/Ahmida/p/book/9780415949873.

[14] Saima Raza, ‘Italian Colonisation & Libyan Resistance to the Al-Sanusi of Cyrenaica (1911 – 1922)’, Journal of Middle Eastern and Islamic Studies (in Asia) 6, no. 1 (2012): 87–120, https://doi.org/10.1080/19370679.2012.12023199.

[15] Luciano Monzali and Paolo Soave, ‘Italy and Libya: From Colonialism to a Special Relationship (1911–2021)’, Routledge & CRC Press, 2023, https://www.routledge.com/Italy-and-Libya-From-Colonialism-to-a-Special-Relationship-1911-2021/Monzali-Soave/p/book/9781032457918.

[16] Rupert Wieloch, Liberating Libya: British Diplomacy and War in the Desert (Casemate, 2021).

[17] Dirk Vandewalle, A History of Modern Libya, 2nd edn (Cambridge University Press, 2012), https://doi.org/10.1017/CBO9781139094580.

[18] Bukola Adeyemi Oyeniyi, The History of Libya (ABC-CLIO, LLC, 2019).

[19] Ulf Laessing, Understanding Libya since Gaddafi (Hurst & Company, 2020).

[20] Laessing, Understanding Libya since Gaddafi.

[21] Vandewalle, A History of Modern Libya.

[22] Anderson, ‘Religion and State in Libya’.

[23] Oyeniyi, The History of Libya.

[24] Laessing, Understanding Libya since Gaddafi.

[25] Ibrahim Fraihat, ‘Libya’, in Unfinished Revolutions: Yemen, Libya, and Tunisia after the Arab Spring, ed. Ibrahim Fraihat (Yale University Press, 2016), https://doi.org/10.12987/yale/9780300215632.003.0001.

[26] Laessing, Understanding Libya since Gaddafi.

[27] Laessing, Understanding Libya since Gaddafi.

[28] Tony Allan, ‘Libya: The Political Economy of Oil. By Ruth Gurney. Oxford University Press, Oxford. 1996, 244 Pp.’, Libyan Studies 30 (ed 1999): 174–174, https://doi.org/10.1017/S0263718900002892.

İLGİLİ MAKALELER

Çok Okunan