Donald Trump’ın ezici bir zaferle Beyaz Saray’a geri dönüşü, Amerikan siyasetinde yeni bir dönemin kapılarını aralıyor. Trump’ın bu başarısı, 2017’deki seçim zaferinin bir “tesadüf” olmadığını, bilakis Amerika’da derin sosyolojik bir karşılığı bulunan ve aynı zamanda müesses nizama karşı duran bir siyasi tercihi yansıttığını gösteriyor. Bu yazıda ABD Başkanı Trump’ın yeni döneminin Çin açısından ne anlama gelebileceği hususunu tartışacağım.
Trump 2.0 ve Çok Katmanlı Çin Stratejisi
Trump’ın ikinci başkanlık dönemi, özellikle ABD-Çin ilişkileri açısından nasıl bir geleceğe işaret ediyor? Trump’ın önceki döneminde izlediği Çin politikası hem ticaret savaşları hem de stratejik çevreleme hamleleriyle dikkat çekmişti. Ancak şimdi, ikinci dönemine girdiği bu süreçte, yaklaşımının daha sert mi yoksa pragmatik mi olacağı sorusu, Pekin’in yanı sıra tüm dünyayı yakından ilgilendiriyor.
İlk döneminde Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşları ve agresif söylemleri, onun ikinci döneminin çok daha sert geçeceğine işaret ediyor. Kabinesindeki isimler ve yaptığı açıklamalar, bu yeni dönemde ABD’nin Çin politikasında stratejik kırılmalara neden olabileceğini gösteriyor. ABD’nin Asya-Pasifik’teki müttefikleriyle daha yakın bir teşrik-i mesai arayışına girmesi ve Çin’in bölgedeki güç projeksiyonunu dengeleme çabaları, Washington’un Çin’i tamamen kuşatmayı hedefleyen bir stratejiye yöneleceğini ortaya koyuyor.
Robert Kaplan’ın Coğrafya’nın İntikamı (The Revenge of the Geography) isimli eserinde zikrettiği gibi bir devletin haritadaki konumu, onu yönetim felsefesinden bile daha fazla tanımlayan ilk şeydir. Bu bağlamda bakıldığında, ABD’nin dış politikadaki genel yaklaşımının böyle bir jeopolitik anlayıştan kaynaklandığı görülebilir. ABD, Pasifik bölgesinde kalıcı bir varlığı garantilemek için Çin’in buradaki hegemonik hareketlerine her zamankinden daha fazla odaklanma zorunluluğu hissediyor.
Trump’ın seçimden sonraki ilk açıklamalarında dikkat çeken “ABD ve Çin birlikte dünyanın tüm zorluklarını çözebilir.” ifadesi, ilk bakışta küresel güç rekabeti açısından iyimser bir tablo çizse de bu yaklaşımın Trump’ın karakteristik müzakere stratejisinin bir parçası olduğunu unutmamak gerekiyor. Trump’ın en belirgin özelliği olan aşırı pragmatist ve öngörülemez tutumu, bu tür olumlu mesajların genellikle bir anlaşma öncesindeki taktiksel hamleler olduğunu gösteriyor.
Nitekim Trump’ın yakın zamanda Çin, Meksika ve Kanada’ya yönelik gümrük vergisi uygulama niyetini açıklaması ve özellikle seçim kampanyası sırasında Çin’e %60 tarife uygulayacağını duyurması, Çin tehdidi algısının zirveye ulaştığının bir göstergesi. Meksika ve Kanada vergileri erteletmeyi başarırken Trump yönetimi Çin’e yüzde 10 vergi uygulamaya başladı bile. Dahası, Trump’ın diplomasi ve ulusal güvenlik pozisyonları için düşündüğü isimler “Önce Amerika” şiarına bağlı ve Çin’e karşı oldukça önyargılı profillerden oluşuyor.
Hint-Pasifik’te Yeni Bir Denge Arayışı
Yeni dönemde Trump yönetiminin, Amerika’nın ticaret açığı ve Çin’in “adil olmayan” ticaret uygulamaları konusunu daha sık gündeme getirmesi bekleniyor. Gümrük vergilerinin önemli ölçüde artırılması ve Çin-ABD ticaret savaşlarının yeni bir evreye geçmesi muhtemel. Ayrıca, teknolojik kısıtlamaların artırılması ve iki ülke arasındaki “teknolojik ayrışmanın” hızlanması endişesi de giderek büyüyor. Özellikle bu alanda çok fazla gelişme yaşanması ve rekabetin derinleşmesi bekleniyor.
Mike Waltz ve Marco Rubio gibi isimlerin öne çıkması, Washington’un Tayvan politikasının “stratejik belirsizlikten” “stratejik bir netliğe” dönüşebileceğine işaret ediyor. Trump’ın ilk döneminde izlediği “çift yönlü strateji” (double strategy) kapsamında, yönetim ekibi Çin’i çevreleme politikası yürütürken kendisi pragmatik ve nobran bir tavırla daha çok “cazip anlaşmalara” (deal is deal) odaklanmıştı. Bu yaklaşımın, yeni dönemde daha agresif bir forma bürünmesi olası görünüyor. ABD’nin yeni savunma bakanı Peter Hegseth şimdiden ABD’nin değişen stratejik önceliklerinin ana hatlarını çizerek Çin’den gelen tehditler konusunda uyarıda bulundu bile.
Eski Başkan Barack Obama’nın söylem düzeyinde kalan “Asya’ya dönüş” politikası, Hint-Pasifik bölgesinde somut stratejik ortaklıklar oluşturma çabasıyla Trump döneminde büyük ölçüde hayata geçirildi ve Biden yönetimi süresince de bu politikalar devam ettirildi. ABD’nin Hint-Pasifik stratejisini derinleştirmesi ve Avustralya, Japonya ve Hindistan gibi müttefiklerle daha yakın bir iş birliği içine girmesi, Çin’in Asya’daki manevra alanını ciddi ölçüde daraltabilir. İkinci döneminde Trump’ın bu yaklaşımı daha agresif bir şekilde sürdürmesi bekleniyor. Özellikle Ukrayna savaşındaki tutumu, küresel insicam açısından kritik bir test alanı oluşturacak.
Çin-Rusya İttifakını Parçalama Stratejisi ve Trump
Avrupa’yı yalnız bırakma olasılığı Çin’e belirli bir manevra alanı sunabilir ancak Avrupa’nın da zamanla derinleşen Çin tehdidi algısı bu alanı sınırlayacaktır. Trump’ın izolasyonist dış politika eğilimleri endişe yaratsa da önündeki ciddi dış politika meseleleri (Ukrayna’daki savaş, Filistin ve Lübnan’daki çatışmalar, İran sorunu, Kuzey Kore’nin nükleer programı ve Çin ile beklenen ticaret savaşları) izolasyonist bir yaklaşımı zorlaştıracak gibi görünüyor.
Trump’ın dış politika önceliklerinden biri de Çin ve Rusya arasındaki stratejik ortaklığa darbe vurmak olabilir. Ukrayna Savaşı’nda Rusya’yı yanına çekme çabası, bu stratejinin önemli bir parçası. Eğer Trump, Moskova ile belirli bir uzlaşıya varabilirse Pekin’in yalnızlaştırılması daha mümkün hâle gelebilir. Ancak burada belirleyici olan, Çin ve Rusya arasındaki ittifakın ne kadar sağlam olduğu. Ukrayna’daki savaşın seyri, bu denklemin kilit unsurlarından biri olacak. Bu durum, Çin’in uluslararası arenada daha izole bir pozisyona itilmesine neden olabilir. Öte yandan bu senaryonun gerçekleşmesi, ilan edilmemiş Çin-Rusya ittifakının sağlamlığına bağlı.
Hasılı kelam, Trump 2.0 dönemi, Çin için artan baskı ve çevreleme anlamına geliyor. Teknoloji alanındaki yaptırımların konsolidasyonu ve ticaret savaşlarının yeniden alevlenmesiyle bu baskının yoğunluğu Trump’ın ilk dönemini aşabilir. Bu süreçte Pekin’in Trump’ın geri dönüşüne temkinli yaklaşması anlaşılır olmakla birlikte, pragmatik anlaşmalara açık olma ihtimali de göz ardı edilmemeli. Ancak genel eğilim, rekabetin derinleşmesi ve stratejik çatışmanın artması yönünde olacaktır. Her durumda, ABD-Çin rekabeti daha da derinleşecek ve bu rekabetin küresel siyasete etkileri uzun yıllar hissedilecek gibi görünüyor.