back to top
Pazartesi, Kasım 10, 2025
Ana SayfaFokusFOKUS | Münih Güvenlik Konferansı, AB ve Reaktif Dış Politika

FOKUS | Münih Güvenlik Konferansı, AB ve Reaktif Dış Politika

Şubat ayının Avrupa Birliği (AB) için en önemli gündem maddesi geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen Münih Güvenlik Konferansı’ydı. Bu yıl altmışıncısı gerçekleştirilen konferansın AB için belki de en dikkat çekici konusu ise AB Yüksek Temsilcisi Joseph Borrell’in AB üyelerine getirdiği eleştiriydi. Borrell Ukrayna ve Filistin meselesine yönelik nasıl daha efektif bir AB olabilir sorusunu tartıştığı konuşmasında üyelerin bir şeyleri daha erken hayata geçirmesi gerektiği yönünde eleştirilerini dile getirdi. Peki Borrell’in çizdiği AB resmi gerçeği yansıtıyor mu? Bu yazıda AB’nin gerçekten uyanıp uyanmadığını yahut devletler için uyumak diye bir şey olup olmadığını ele alacağım.

Borrell AB’nin iki yıl önce Ukrayna’ya miğfer vermek konusunda bile çekimserken, şu an F-16 verdiklerini; Leopard tanklarını vermenin Rusya’yı daha fazla provoke edeceğinden korkarken şu an aynı tankları Ukrayna’ya verdiklerini; aynı gerekçeyle Patriot vermediklerini ancak sonrasında yine karar değiştirdiklerini söyleyerek AB’nin nasıl daha proaktif olunabileceğini sorguladı.

Yüksek Temsilci Borrell yıllardır savunma bütçelerinde adım adım gerçekleşen azalışın aksine son iki yıldır tekrar artış trendine girdiğini ifade ederken aslında göreve geldiğinden bu yana AB’nin artık eski gücünün olmadığını vurguluyordu. Hatta özellikle Rusya tarafından ciddi bir tehdit altında olduğunu bu sebeple Stratejik Pusula ile bu tehdide karşı önlem niteliğinde bir uyanışın gerekliliğini önceden kayıtlara geçirdiğini de ima ediyordu. Netice itibarıyla gelinen noktada Borrell AB üyelerinin bu tehdidi görmezden geldiğini ve ancak Ukrayna bu şekilde işgal edildiğinde uyandığını dolayısıyla sadece bu yıl yüzde 40 arttığını söylediği savunma sanayi üretim kapasitesinin daha da artacağı sinyalini verdi. Geçtiğimiz günlerde Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un Ukrayna’ya asker göndermeyi tartışmaları gerektiğini söylemesi de Borrell’in yaklaşımını daha da dikkat çeker hâle getirdi.

Avrupalı Uykusu

Avrupa ülkeleri için bir uyku yahut uyanma durumundan bahseden analizler genelde belli kırılma anlarını merkeze alarak bağlam özelinde yaşanan gelişmeleri anlamlandırmaya çalışır. Öyle ki bu kırılma anı sübjektif bir gözlemin sonucunda ortaya çıkan ve nedensellik ilişkisi kurulacak yani anlamlandırılacak olan olayı açıklarken kurulacak anlatının ilk adımını oluşturur. Borrell’in anlatısı da aslında bunun bir örneği. İlk olarak Borrell’in kendi analiz yöntemiyle basit bir karşılaştırma yapacak olursak, 2022 yılı sonunda AB ülkeleri tehdit hissederek silahlanmaya başladı yani uyandı diyebilmek için AB’nin yakın zamanda benzer bir durumla karşı karşıya gelmemiş olmasını beklersiniz. Halbuki henüz 2014 yılında aynı Rusya’nın Kırım’ı çok kısa bir sürede ilhak ettiğini unutmamak gerekiyor.

Peki 2014’te uyanmayan Avrupalılar neden şimdi uyandı? Aslında sorunun cevabı oldukça basit. Avrupalılar ne 2014’te ne de şimdi uyuyorlar. Eğer Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası kıtada kurduğu barış illüzyonunun aynı zamanda bu ülkelerin dış ve güvenlik politikalarına da hükmeden bir kimlik değişimine yol açtığı düşünülüyorsa, henüz Covid-19 pandemi sürecinde basit birer maske yahut oksijen cihazının bile paylaşımında birbirine giren İtalya ve Fransa gibi ülkelere bakılması bu illüzyonun sadece algıdan ibaret olduğunu gösterir. Yahut 1966 “boş koltuk krizi” ya da aradan geçen 50 yılı aşkın süre sonra gerçekleşen Brexit gibi verilebilecek birçok örnek, hükümetler arası yaklaşımın normların önünde olduğunu yani illüzyonun sadece bir algıdan ibaret olduğunu gösterir nitelikte. Dolayısıyla gerçekçi bir yaklaşımla Avrupa içinde uluslararası ilişkiler hâlen güç, güvenlik veya otonomi gibi somut kavramlar üzerinden yürüyor. Özetle, uyku durumu söz konusu değil.

Avrupalılar Nasıl Dış Politika Yapıyor?

Avrupa ülkelerinin uyumuyor oluşu her şeye muktedir oldukları anlamına da gelmiyor. Zaten AB üyelerine yönelik yapılacak analizlerde dikkat edilmesi gereken en önemli değişken güç faktörüdür. AB ülkeleri imkân ve kabiliyetler açısından kendi bölgesel sorunlarını çözmek için bile yetersiz durumdalar. İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan korumasına muhtaç kalan bu ülkelerin hâlen bu prangadan kurtulamadığını söylemek gerekir. Zira hem kolektif biçimde hem de bireysel olarak bu ülkelerin silahlanması bölgesel ve sistemik düzeyde ortaya çıkacak sonuçlara gebedir. Bölgesel olarak Fransa, İngiltere ve Almanya’nın birbirine üstünlük kuramadığı bir Avrupa içi çok kutupluluktan bahsedilir. Bu çok kutupluluk normalde bu ülkeler arasında bir savaş ihtimalini artırırken, AB düzleminde tam tersi bir barış ortamı söz konusudur. Fransa ve İngiltere’nin sınırlı nükleer kabiliyetleri birbirini dengelerken, Almanya askeri olarak ABD’nin işgali altında yarı egemen bir konumda olmasına karşın ekonomik olarak da diğer iki ülkeden çok daha kuvvetli bir pozisyonda, bölgenin lokomotifi konumundadır. Yani üç ülke arasındaki güç ilişkileri aslında ABD tarafından hükmedilen yani otonom hareket ihtimallerinin çok az olduğu bir alandır. Bu durum aslında Avrupa içinde doğacak bir savaşın ABD hegemonyasını sarsabilecek düzeyde istikrarsızlık yaratma ihtimalinden veya bölgede bir ülkenin öne çıkıp yeni bir güç merkezi oluşturarak yine ABD hegemonyasını tehdit edebilme ihtimalinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu ülkeler üstünde 75 yıldır devam eden Amerikan tahakkümü her bir AB ülkesi için belirli düzeyde güvenlik sağlarken aynı anda otonom karar vermelerini de baltalayan bir gerçeklik yaratıyor. Bu durumda Avrupalıların neden reaktif olduğu sorusunu cevaplamak için aslında ilgili krizlere transatlantik ilişkisinin nasıl olduğu ve yine ABD’nin o krize yönelik yaklaşımına yoğunlaşmak sağlıklı bir analizi mümkün kılacaktır.

Avrupalılar Neden Reaktif?

Bilindik bir hikâye olarak ABD’nin George Bush’tan sonra içine girdiği savrulmanın AB ülkelerine getirdiği en büyük miras tehlikeli bir belirsizlik ortamı oldu. Öyle ki Obama’nın Libya, Suriye, Gürcistan yahut Kırım’da Avrupalıları zor durumda bırakacak şekilde maliyeti onlara yüklemesi, devamında Trump’ın Avrupalıların kendi kendini koruması gerektiği yönündeki tavrı ve nihayetinde Biden yönetiminin tekrardan transatlantik ilişkilerini güçlendirme vaatleri altında dış politikada tutarsız yaklaşımları bu belirsizliği perçinleyen gelişmeler oldu. Bu ortamda AB için silahlanmak veya proaktif bir dış politika izlemekle, reaktif kalıp yerinde saymak, sonuçları belirsiz iki farklı politika seçeneği hâlini aldı. Reaktif kalırlarsa ABD’nin yalnız bıraktığı yeni bir kriz alanı AB için pahalıya mal olabilecekken, silahlanmaya girişip kabiliyetlerini artırırlarsa bu sefer de tahmin edemedikleri Amerikan yaklaşımı cezalandırıcı veya önleyici olabilir. Bu durumda AB ülkeleri gözlerini ABD’den ayırmamayı tercih ediyor.

2022 yılında Ukrayna’ya European Peace Facility kapsamında komik sayılabilecek rakamlarla askeri yardımlar yaparken, sembol hâline gelen miğfer bağışlamak gibi gülünç adımlar aslında ABD’nin burada Rusya’ya karşı tavrının ne olacağının bilinmemesinden kaynaklanıyor. Devamında ABD’nin Ukrayna’yı, Rusya’yı bataklığa saplatacak şekilde silahlandırma kararı AB için de paralel adımların atılması anlamına geliyordu. Bugün ise AB’nin yüzde 40’lardan bahsedilen kapasite artışı yine ABD’nin bu maliyeti onların yüklenmesi gerektiği yönündeki baskısının bir sonucu. Yani Ukrayna özelinde yaşanan bu silahlanma hamlesinin sistemik düzeyde ABD’den bir cezalandırma sonucunu doğurmayacağı düşünülüyor. Bu sebeple bugün F-16 ya da Patriot gibi sofistike ürünler Ukrayna’ya akmaya devam ederken bu ve bunun gibi son günlerde silahlanma ve bölgesel krizlerde daha çok rol alma yönünde yankılanan fikirler aslında AB ülkelerinin süregelen reaktifliğinin dışına çıkan sonuçlar getirmeyecek. Eğer bir gün AB ülkelerinin bireysel veya kolektif olarak herhangi bir krizde ABD’den tamamen aykırı şekilde veya masayı ters çevirecek düzeyde bir proaktif yaklaşım ancak sistemik düzeyde Amerikan hegemonyasının gözlemlenebilir şekilde kırıldığı yeni bir siyasal düzlemde mümkün olabilir. Dolayısıyla Borrell’in Münih Güvenlik Konferansında söyledikleri aslında AB elitlerinin duymak istediklerinin dillendirilmesinden başka bir şey değil. Bu aşamada Macron’un Ukrayna’ya asker gönderme çıkışı da yine Fransa’nın klasik popülizminden ibaret. Böyle bir şeyin olması ancak ABD’nin somut şekilde AB’ye gelebilecek saldırılara karşı caydırıcılığını Rusya’ya hissettirmesi hâlinde düşünülebilir.

Sonuç olarak AB ne uyandı ne de uyuyordu. Sadece sistemik şartların getirdiği bölgesel dengeler bu reaktif tutumu onlara dikte ediyor. Yakın dönemde de bunun değişmesini beklememek gerekmektedir.

Muhammed Çağrı Bilir, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.
Muhammed Çağrı Bilir
Muhammed Çağrı Bilir

Dr. Muhammed Çağrı Bilir, Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Görevlisidir. İngiltere’de Leeds Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde “Explaining the European Union’s CSDP Military Operations: European Struggle for Autonomy” başlıklı teziyle doktora derecesini almaya hak kazanmıştır. Lisans eğitimini İstanbul Ticaret Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 2015’te üstün onur derecesiyle tamamlayan Bilir, yüksek lisans derecesini İsveç’te Linkoping Üniversitesi Avrupa Birliği yüksek lisans programında “İskandinav Güvenliği ve NORDEFCO” başlıklı teziyle 2018 yılında almıştır. Çalışma alanlarını Amerikan dış politikası, Avrupa Birliği güvenliği ve uluslararası ilişkiler teorileri oluşturmaktadır. Türkiye Araştırmaları Vakfı’nda araştırmacı olarak çalışmaktadır.

E-posta: mcbilir@www.turkiyearastirmalari.org

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments