Giriş: Bir Zafer, İki Hollanda
Hollanda’da son oylar sayılırken sonuç net bir iktidar değil, kendi içinde bölünmüş bir ulusun çarpıcı bir yansıması olmuştur. Rob Jetten’in ilerici D66 partisi ile Geert Wilders’in aşırı sağcı PVV partisi arasında “başa baş” bir yarış yaşanmış; her iki parti de 26 sandalye kazanmış, ancak D66 partisi küçük bir farkla da olsa öne geçmiştir (ANP haber ajansına göre artık arada kapanmayacak kadar büyük bir fark var ve kazanan kesin olarak D66 Partisidir. Fakat bu sonuç, resmi olarak doğrulanmamıştır). Bu sonuç, birçok medya kuruluşu ve kişi tarafından liberal bir zafer, bir merkeze dönüş olarak değerlendirilmiştir. Jetten, çıkış anketlerini duyduktan sonra milyonlarca Hollandalı seçmenin yeni bir sayfa açmayı seçtiğini ve olumsuzluk ve nefret politikası yerine olumlu güçleri tercih ettiğini açıklamıştı.
Peki Hollanda gerçekten yeni bir sayfa açtı mı? Bu sonuç aşırı sağın reddedilmesine değil; Avrupa İslamofobi Raporu’ndaki Hollanda bölümünde daha önce dikkat çektiğim derin kutuplaşmanın kesin olarak ortaya çıkmasıdır. Ülke yeni bir merkez bulmamış; sadece birbirini dışlayan iki güçlü bloğa bölünmüş ve geleneksel merkezin olduğu yerde bir boşluk bırakmış. Jetten’in büyük sorumluluğu sadece bir hükümet kurmak değil, seçmenlerin büyük bir payı onun toplum vizyonuna temelden karşı çıktığı bir ulusu yönetmektir.
Kaybın Anatomisi: Wilders Neden Koltuk Kaybetti?
Bu yeni durumu anlamak için öncelikle Wilders’ın “kaybettiği” yönündeki anlatıyı yeniden ele almak gerekmektedir. PVV, 2023’teki şok edici yüksek oy oranından 10 sandalye kaybetmiş olsa da bu aslında ideolojik bir dönüşüm değildi. NOS’un seçmen araştırması (Kiezersonderzoek), 2023’teki PVV seçmenlerinin sadece çok küçük bir kısmının (%7) D66’ya geçtiğini göstermektedir. Yani, kitlesel herhangi bir liberal uyanış yaşanmamıştır.
Bunun yerine, Wilders’ın koltuk sayısının gerilemesi hem kendi stratejik başarısızlıklarına hem de tabanının davranışlarına dayanan iki temel faktöre bağlanabilir:
- Hükümete Sabotaj: Wilders’ın 2023 seçmenleri, onu “Wilders Doktrini”ni, yani tam kapsamlı bir “İslamsızlaştırma” ve “yerli halkı” öncelikli bir reform uygulamak için bir “kurtarıcı” olarak seçmiştir. Ancak, Schoof kabinesinin kurucusu olduktan sonra, sert 10 maddelik göç planında uzlaşmayı reddederek kendi hükümetini neredeyse anında batırmıştır. Onu tek umutları olarak gören seçmenler için bu yönetmeyi reddedişi ve hemen pes edip gitmesi bir ihanetti. Böylece bu durum ülkeyi, Wilders’ın çözmek için seçildiği kaos ve güvensizliğe geri döndürmüştür.
- Aynadaki Yerli Şiddet: Seçimlere giden aylarda, aşırı sağın söylemleri fiziksel şiddete dönüşmüştü. Göçmen merkezlerine (AZC) karşı neredeyse her hafta düzenlenen protestolar zamanla tırmanmış; belediye binalarına baskınlar düzenlenmiş, bu merkezlerle alakalı yapılan oylamalar ve toplantılara müdahale edilmeye çalışılmıştır. Belediye meclis üyeleri ise açıkça kendilerini tehdit altında hissettiklerini, görevlerini demokratik bir şekilde yerine getirmekte zorlandıklarını belirtmişlerdir. Bardağı taşıran son damla ise ayaklanmalara ve kitlesel yıkıma dönüşen büyük çaplı göçmen karşıtı protestolardı. Hayal kırıklığına uğramış birçok seçmen, bu “yerli” eylemcilerde, önyargılarının her zaman göçmenlere atfettiği davranışları – kanunsuzluk, şiddet, kamu düzenine tehdit – görmüş oldu.
Wilders’in oy ve dolayısıyla koltuk kaybetmesi, Wilders’ın ideolojisinin reddi değildi; —ki bu ideoloji hâlâ normal kabul ediliyor— onun yetersizliğinin ve en agresif takipçilerinin şiddet içeren gerçekliğinin reddiydi.
Merkezin Süngeri: Jetten Neden Kazandı?
Kutuplaşmanın diğer yüzü ise D66’nın yükselişidir. Jetten yeni bir ulusal uzlaşma yaratmamış; tam tersi partisi, Wilders karşıtı oyların tamamını emen bir “sünger” görevi görmüştür. NOS seçmen verileri oldukça açık: D66’nın kazançları aşırı sağdan değil, çökmekte olan merkez ve soldan gelmiştir. Bu oylar, Yeşil Sol-İşçi Partisi ittifakından (GL-PvdA) %20, yok olan NSC partisinden %13 ve geleneksel sağ-liberal VVD’den %11’i içermektedir.
Grafik 1: D66’nın Seçmen Tabanındaki Değişim: 2023’ten 2025’e Oy Kaynakları

Kaynak: NOS ve IPSO I&O
Rob Jetten bu birleşmenin mükemmel bir aracıydı. Portresinde de ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi, tüm siyasi kimliği “kararlı bir iyimserlik” ve pragmatik bir merkezcilik üzerine inşa edilmiştir. Kişisel geçmişi bile aşırı sağa karşı çıkmaya dayanmaktadır. Theo Van Gogh’un öldürülmesinin ardından futbol takım arkadaşları Uden’deki bir Türk okuluna molotof kokteyli atınca siyasete atılmıştır.
Kampanyası net bir alternatif sunmaktaydı:
- VVD’den hoşnutsuz seçmenler için: Wilders’ın yol açtığı kaosun ardından “normalliğe” ve “sorumlu” yönetime dönüş vaat etmekteydi.
- İlerici şehir sakinleri için: İddialı bir iklim gündemi ve kararlı bir Avrupa yanlısı vizyon savunmaktaydı. (Seçimler öncesinde iklim krizi ve küresel ısınmaya karşı oldukça sık protestolar ve yürüyüşler düzenlenmişti.)
- Wilders karşıtı kamp için: Jetten, Hollanda bayrağını stratejik olarak “geri aldı” ve onu aşırı sağa bırakmak yerine “ilerici vatanseverliğin” sembolü olarak çerçeveledi.
Jetten’in zaferi, ulusun iyileştiğinin bir işareti değildir. Bu zafer, tarafını seçmiş bir ulusun işaretidir. Wilders karşıtı kamp, daha etkili bir şekilde birleşmiş ve aşırı sağı her ne pahasına olursa olsun engellemek için “kazananın havası” olan adayın arkasında stratejik olarak birleşmiştir.
Gerçek Kaybedenler: Geleneksel Merkezin Çöküşü
Bu seçimlerin en önemli hikayesi D66’nın yükselişinin kendisi değil yükselişinin nedeni, yani; geleneksel merkez partilerin tamamen çöküşüdür. VVD (Wilders’ın eski partisi) ve en çarpıcı şekilde Pieter Omtzigt’ın NSC’si gibi partiler, Jetten ve Wilders’ın iki kutbu arasında ezilerek içi boşalmıştır.
Bu çöküş, iki temel başarısızlıktan kaynaklanmıştır:
- Gazze’ye karşı kayıtsızlık: Hollanda halkı her hafta Gazze’deki soykırıma karşı farklı yerlerde protesto gösterileri düzenlerken, hükümetten İsrail’e karşı yaptırımlar ve sert bir tutum talep etmiştir. Halk bunu yaparken uzun süredir “insan hakları” ve “Hollanda/Avrupa değerleri”nin savunucusu olduğunu iddia eden geleneksel merkez partiler sessiz kalmış, hatta bazı durumlarda aktif olarak bu suça ortak olmuştur. Bu ahlaki feragat, özellikle bu kayıtsızlığı derin bir ihanet olarak gören genç, ilerici ve Müslüman seçmenler nezdinde partilerin güvenilirliğini sarsmıştır.
- Normalleştirme stratejisi: Önceki analizlerimde de belirttiğim gibi, merkez sağın Wilders’ın retoriğini benimseyerek onu “yönetme/kontrol altında tutma” stratejisi feci bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. “Wilders-lite” unsurlarını kendi göç ve kimlik politikalarına entegre ederek, aşırı sağı dizginlemek yerine onu normalleştirdiler. Müslümanları bir tehdit olarak gören neo-Oryantalist dünya görüşünü geçerli kılarak, onun öncüllerini meşrulaştırmışlardır. Orijinal (Wilders) ile soluk bir taklit (VVD) arasında seçim yapmak zorunda kalan seçmenler ya orijinaline akın etmiş ya da tiksinti içinde tek net alternatif olan D66’ya kaçmıştır. Merkezin bu şekilde boşalması, eski konsensüsün ortadan kalktığı “küresel sıfırlama”nın (global reset) bir parçası olarak küresel çapta görülen bir eğilimdir.
Jetten’in İkilemi: Eski Lekeleri Olan Yeni Bir Sayfa mı?
Rob Jetten’in “yeni sayfası”, belki de modern Hollanda liderlerinin şimdiye kadar karşılaştığı en zor sayfadır çünkü bu sayfa hem geçmişin hem de günümüzün derin ve silinmez izleriyle doludur. Onun ikilemi, basit bir politika meselesi değil, temelde iki zıt kampa bölünmüş bir ulusu yönetme meselesidir.
İlk olarak, liberal merkezin belirsizliği: Jetten’in platformu hoşgörüyü savunsa da İslam hakkındaki özel görüşleri ve Hollandalı Müslümanlar için planladığı politikalar büyük ölçüde belirsizliğini korumaktadır. Kamuoyuna yaptığı açıklamalar, aşırı sağın üslubuna karşı çıkmaya odaklanmakta ancak onun öncüllerine karşı çıkmamaktadır.
Hollandalı Müslümanlar için bu belirsizlik otomatik olarak güven verici değildir. Wilders, Kuran’ı yasaklayıp tüm camileri kapatacağına dair açık ve ideolojik bir tehdit oluştururken, Jetten’in şu anda liderlik ettiği liberal devlet de kendi yakın ve travmatik “lekelerini” taşımaktadır. Ek ödemeler skandalında (Toeslagenaffaire) Müslümanlara yapılan sistematik ayrımcılığı ve belediyeler tarafından yaptırılan camilere yönelik gizli soruşturmaları yöneten aşırı sağ değil, “merkezci” hükümetlerdi. Önceki kabinedeki bir D66 bakanı, bu gizli soruşturmaların “şeffaf olmadığını” ve “hükümete olan güveni zedelediğini” itiraf etmek zorunda kalmıştı. Wilders’ın tehdidi açıktır; buna karşılık liberal düzenin tehdidi ise daha sistematik, bürokratik ve dolayısıyla mücadele edilmesi daha zor bir nitelik taşımaktadır.
İkincisi, kutuplaşmış devletin gerçeği: Bu seçimler, daha önce hiç görülmemiş biçimde kutuplaşmış bir Hollanda ile sonuçlanmıştır. Farklı bir yol izlemeye karar veren Hollandalılar, çoğunlukla zaten aşırı sağcı olarak görülmeyenlerdi. Jetten’in imkânsız görevinin özü budur. Müslümanların durumunu iyileştirmeye ve İslamofobi ile mücadele etmeye gerçekten niyetli olsa bile, bu hedeflere bütünüyle karşı olan ve 26 sandalye ile temsil edilen PVV tabanı gibi büyük ve konsolide bir seçmen bloğunun bulunduğu bir ülkeyi yönetmek zorundadır. Müslümanları birincil tehdit olarak görmeye devam eden bu aşırı sağcı seçmen kitlesi, Müslümanlar için çok gerçek bir tehdit olmaya devam etmektedir. Bu nedenle Jetten bir çıkmaza girmiş durumda. Kapsayıcılık yönünde attığı her samimi adım, bunu bir ihanet olarak gören büyük bir kitle tarafından şiddetli bir dirençle karşılanacaktır. Ancak, harekete geçmemesi veya “daha katı” göç politikalarının devam etmesi, Müslümanlara liberal devletin en iyi ihtimalle, karşı çıktığını iddia ettiği ayrımcılığın pasif bir suç ortağı olduğunu teyit edecektir. Jetten’in bu ikilemi nasıl çözmeyi planladığı, gelecekte belli olacaktır. Fakat şu kesin: onu imkânsız bir görev beklemektedir.
Politika Önerisi
Jetten’in “yeni sayfası”, bu kutuplaşmaya doğrudan karşı çıkmadığı sürece anlamsız kalacaktır. Kendisinin istediğini iddia ettiği gibi “tüm” Hollandalıları yönetmek için yeni hükümetin şunları yapması gerekmektedir:
- Radikal şeffaflık uygulamalı: Ek ödemeler ve cami casusluğu gibi skandallar, merkezin gözetiminde meydana gelmiştir. Yeni hükümet sadece özür dilemekle kalmamalı, radikal ve şeffaf soruşturmalar başlatmalı ve devlet aygıtını sorumlu tutmalıdır. Dışlayıcı devletin sadece daha kibar bir versiyonu olmadığını kanıtlamalıdır.
- “Kurban” anlatısını ortadan kaldırmalı: Aşırı sağın gücü, meşru ekonomik endişeleri (konut krizi gibi) kültürel günah keçisi hâline getirerek elde edilmektedir. Hükümet, bu temel güvensizlikleri agresif bir şekilde ele almalıdır. Wilders’ın temsil ettiğini iddia ettiği işçi sınıfı için konut, sağlık ve yaşam maliyeti konusunda gerçek çözümler sunarak ona güç veren “elitlerin ihaneti” anlatısını ancak o şekilde ortadan kaldırabilir.
- Ahlaki güvenlik kordonu yeniden kurmalı: Aşırı sağcı söylemleri “yönetme” veya “benimseme” stratejisi başarısız olmuştur. Yeni hükümet, nüfusun bir kesimini insanlıktan çıkaran herhangi bir parti ile iş birliği yapmayı veya onları meşrulaştırmayı reddederek sert bir ahlaki çizgi çizmelidir.
- Müslümanları “nesne”den “aktör”e dönüştürmeli: On yıllardır, “liberal” Hollanda politikası bile Müslümanları yönetilmesi gereken bir nesne, entegrasyonun bir sorunu olarak görmüştür. Bu durum sona ermelidir. Müslümanlar, sembolik “toplum temsilcileri” olarak değil, ülkenin geleceğinin ayrılmaz bir parçası olan Hollanda vatandaşları olarak yönetimin, medyanın ve sivil toplumun her kademesinde tam anlamıyla siyasi aktörler olarak yer almalıdır.
Amina Smits Akilma, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.

