Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana SayfaYayınlarAnalizİsrail'de Azınlıklar Meselesi

İsrail’de Azınlıklar Meselesi

Giriş

İsrail, çoğunluğu Yahudi olanlar dışında Araplar, Hristiyanlar, Dürzîler, Bedeviler, Ermeniler, Çerkesler gibi farklı etnik ve dini azınlık gruplara ev sahipliği yapmaktadır. Birleşmiş Milletler Merkez İstatistik Bürosu (UNStats)’na göre 2009 yılında İsrail nüfusu Yahudiler, Araplar ve diğerleri şeklinde üç kategoriye ayrılmaktadır.  Diğerleri kategorisi, Yahudi olarak kabul edilmeyen bazı Rus göçmenleri, yabancı işçileri, Dürzîleri ve Çerkesleri kapsamaktadır.[1] CBS tarafından kullanılan ikinci değişken ise dindir ve burada dört grup vardır: Yahudiler, Müslümanlar, Hristiyanlar, Dürzîler.  Çerkesler Müslüman grup içerisinde sınıflandırılırken bazı idari belgelerde pratik sebepler nedeniyle Dürzî azınlık içinde gösterilmektedir. Bu etnik ve dini çeşitlilik durumu nedeniyle İsrail’deki azınlıklar ile alakalı yapılacak olan çalışmalar, ülkenin toplum yapısının analiz edilmesi, ülkedeki demokrasi ve insan hakları ihlallerinin ortaya konulması, toplumsal uyum ve güvenlik dengesi gibi konuların incelenmesine neden olacaktır. Bu çalışmanın amacı, İsrail’de Yahudi nüfus ile Yahudi olmayan topluluklar arasındaki toplumsal, hukuki, ekonomik ve kurumsal ayrımcılık durumlarını analiz etmektir. Çalışma kapsamında, İsrail’deki azınlık içerisindeki en yoğun nüfusa sahip olan İsrail vatandaşı Filistinli Araplar, Dürziler ve Çerkeslerin İsrail toplumundaki mevcut durumları; toplumsal, ekonomik ve sosyal hayatta karşılaştıkları zorluklar ele alınacaktır. Bu inceleme neticesinde bu grupların resmi hukuk sisteminde yer alan yapısal ayrımcılık ile uygulamada gözlenen fiilî ayrımcılıkların sebebi, niteliği ve kapsamı ortaya konulacaktır.

Tarihsel Arka Plan

İsrail kurulmadan önce Siyonist hareket, Arap birliğini zayıflatmayı ve buna karşılık Yahudi ulusçuluğunu güçlendirmeye dayalı bir ötekileştirme ve etnik egemenliği meşrulaştırma siyaseti gütmüştür. Bu siyaset üzerinden kurulması planlanan İsrail’in, kendisine ait olmayan bir toprak üzerinde hakimiyet kurmasına meşru bir zemin bulunması hedeflenmiştir.  İsrail’in kuruluş sürecinin siyasi figürleri Siyonizm, Holokost ve Diaspora gibi kavramlar üzerinden Yahudilerin sadece Yahudilere ait devlet içerisinde güvende olabilecekleri “Yahudi devleti” kurgusunu güçlendirerek bölgede uzun zamandır yaşayan başta Filistinliler olmak üzere, tüm etnik ve dini unsurların dışlanmasına zemin yaratacak politika ve eylemler gerçekleştirmiştir. Bu yaklaşım, İsrail’i yalnızca Yahudilere ait bir yapı hâline getirmeyi hedeflerken bölgedeki Filistin ve Filistinlilerin tarihini silmeyi amaçlamıştır.

29 Kasım 1947 tarihinde 11. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda çoğunluk oyuyla kabul edilen Taksim Planı, Filistin’de eşit haklara sahip iki büyük nüfus grubunun varlığından hareket ettiğini ve her iki grubun da Filistin üzerindeki ulusal haklarını tanıdığını iddia etmiştir. Bu doğrultuda, İngiliz manda yönetiminin sona erdirilmesi ve ekonomik bir birlik aracılığıyla birbirine bağlı iki ulus devletin kurulması talep edilmiştir.[2] Karar, Filistin’de biri Yahudi, diğeri Arap olmak üzere iki devletin kurulmasını ve Kudüs için özel bir statüye sahip bölünmüş şehir (corpus separatum) olarak oluşturulmasını öngörmüş olsa da bu dönemde bölgedeki toprağın sadece %7’sine sahip ve aynı zamanda azınlık nüfusa sahip olan Yahudilere bölge topraklarının yüzde 52’sinin verilmesi[3] bölgede yaşayan Filistinlilerin ve komşu Arap devletlerinin (Irak, Suriye,Tunus, Suudi Arabistan ve Mısır) itirazı ile sonuçlanmıştır. Bu şekilde başlayan birinci Arap İsrail Savaşı, İsrail ve bölgede yaşayan Yahudiler dışında diğer azınlıklar arasındaki ilişkilerin geleceğini önemli derecede etkilemiştir. Diğer taraftan, İsrail’in Bağımsızlık Bildirgesi’nde “İsrail topraklarında bir Yahudi devleti” olarak tanımlanması ve “Yahudi göçüne ve sürgündeki Yahudilerin toplanmasına açık” olacağını ifade etmesi ise bu itirazın ne kadar haklı olduğuna işaret etmiştir.

Bir siyasi yapı olarak kuruluşunun Yahudi tarihi ve Siyonist hareket açısından bir dönüm noktası olması ülke içerisindeki ekonomik, toplumsal ve askeri konsolidasyon süreçlerini ön plana çıkarmıştır. İsrail kuruluşundan sonraki yıllarda öncelikli olarak varlığını güvence altına almayı amaçlamış[4],bu durum ülkede var olan sosyal, etnik ve kültürel farklılıkların uzun yıllar boyunca geri plana itilmesine neden olmuştur. Bu bağlamda Siyonizm kavramı giderek İsrail yurtseverliği ve milliyetçiliği ile eş anlamlı hâle gelmiş ve ülkede sürekli olarak güçlendirilmeye çalışılan “siyonist uzlaşı”nın dışında kalanlar gün geçtikçe marjinalleştirilmeye çalışılmıştır. Güvenlik kaygılarının kamusal söylemi baskıladığı Soğuk Savaş yıllarının sona ermesi sonrasında Orta Doğu ihtilafına siyasi bir çözüm bulunması umutlarının yeşerdiği Madrid ve Oslo süreçleri[5] döneminde bu toplumsal fay hatları daha görünür şekilde ortaya çıkmıştır. Camp David görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanması, İsrail’in Filistinlilere karşı orantısız ve etik dışı politikalarının bir sonucu olarak kısa denilecek bir süre sonrasında, 2000 yılında, İkinci İntifada’nın patlak vermesinden bu yana, bilhassa Filistinliler ile yaşanan gerilimler, İsrail’in güvenliğinin nasıl sağlanacağına dair fikirsel ayrışmalar, İsrail’de yaşanan azınlıklar ve devlet arasındaki ilişkilerin önemli belirleyenleri olarak karşımıza çıkmaktadır. İsrail’in ilerleyen yıllarda ortaya koyduğu politikalar nedeniyle bu Siyonist uzlaşının dışında kasten bırakılan toplumsal gruplar olmuştur. Dolayısıyla İsrail’de yaşamaya devam eden Yahudilerin (bu uzlaşının dışında kalan ultra-Ortodoks Yahudiler hariç) Siyonizme sıkı sıkıya bağlı oldukları ve İsrail’in Siyonist politikalarının güçlü taraftarları oldukları çıkarımını yapmak mümkündür.

Filistinli Araplar

İsrail, yaklaşık 1,2 milyon Arap kökenli nüfusun yaşadığı İngiltere mandası altındaki Filistin toprakları üzerinde kuruldu. Biraz geriye gidildiğinde, 1922 yılı nüfus kayıtlarına göre, bölgede bulunan Arapların nüfusun %78’ini, Yahudilerin, kalan diğer grupların ise azınlık nüfusu oluşturmakta olduğu görülmektedir. [6]  Britanya mandası altındaki Filistin topraklarında sayıca açık bir çoğunluğa sahip olan Arap nüfus, 1948’te gerçekleşen ilk Arap-İsrail Savaşı’nın ardından sosyal, siyasal ve ekonomik açıdan köklü değişimlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu dönemde süregelen çatışmalara ve kitlesel sürgünlere rağmen topraklarında kalmaya devam eden Filistinliler, bugün İsrail vatandaşı Arap nüfusun temelini oluşturmaktadır. Bugün İsrail nüfusunun yaklaşık %21’i Araplardan oluşmaktadır; bu da yaklaşık 2 milyon kişiye denk gelir. Bu kişilerin yaklaşık 1,9 milyonu İsrail vatandaşı iken geriye kalanlar çoğunlukla Doğu Kudüs’te yaşayan ve daimî ikamet statüsünde olan kişilerdir.  Filistinli Araplar Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’teki Araplarla ve Ürdün, Lübnan, Suriye gibi ülkelerdeki Filistin diasporasıyla tarih, kültür ve aile bağlarını devam ettirmeye çalışmaktadır.

Günümüzde 10 milyon civarında olan İsrail’in etnik-kültürel yapısı önemli ölçüde farklı dönemlerde gerçekleşen göç dalgalarının bir sonucudur.   Kaynaklara göre, 1948’den bu yana yaklaşık 3,5 milyon kişi İsrail’e göç etmiştir. Bunların %47,6’sı Sovyet Yahudilerine kitlesel göç izni verilmesinden sonra 1990 yılından itibaren gelmiştir. CBS’ye göre bu rakam, önceki yıla göre yaklaşık 135.000 kişilik %1,4’lük bir artışı temsil etmektedir. Toplam nüfusun yaklaşık 7,7 milyonu (%77,6) Yahudi veya “diğer” kategorisinde kayıtlı bulunmaktadır. Diğer kategorisinde bulunan grup, Arap olmayan Hristiyanları ve etnik kökeni belirtilmemiş kişileri kapsamaktadır. Bu kişilerin çoğu, bir Yahudi büyükanne/büyükbaba veya İsrailli bir eş nedeniyle İsrail’de yaşama hakkına sahiptir. Yahudi ve diğer kategorisinde bulunanlar dışında nüfusun yaklaşık 2,1 milyonunun %20,9 ‘unu Müslümanlar, %2 ile Hristiyanlar, %1,6 ile Dürziler ve %4 ile diğerleri (Çerkesler gibi) oluşturmaktadır.  2023 yılı sonu itibarıyla İsrail Merkez İstatistik Bürosu’na (CBS) göre, dünya Yahudi nüfusunun yaklaşık %45’i İsrail’de yaşıyor ve İsrailli Yahudilerin %80’i ülkede doğmuştur.

Ayrımcılığın Temel Sebepleri: “Yahudi Devleti” Kurgusu, Askeri Yönetim ve Süregelen İşgal

İsrail’in Bağımsızlık Bildirgesi, tüm vatandaşlarına “din, ırk veya cinsiyet farkı gözetmeksizin sosyal ve siyasal eşitlik” vaat etmiştir.  Ülkedeki diğer sakinler, “barışı korumaya ve tam vatandaşlık hakları ile devletin tüm kurumlarında temsil edilerek devletin inşasına katılmaya” davet edilmiştir. Buna rağmen İsrail’in bir Yahudi devleti olarak kurulması, doğası gereği Yahudi olmayanları (bu noktada en çok da Filistinli Arapları) daha az hakka sahip ikinci sınıf vatandaşlar konumuna düşürmektedir. Örneğin, 1950 tarihli Dönüş Yasası, tüm Yahudilere, çocuklarına, torunlarına ve eşlerine İsrail’e göç etme ve doğrudan vatandaşlık kazanma hakkı tanımaktadır. Filistinliler ve onların torunlarının ise 1948 yılından beri sürekli olarak yerlerinden edildikleri topraklara yasal olarak geri dönme hakkına sahip değildir.

İsrail vatandaşı Arapların 1966 yılına kadar askeri yönetim altında kalmaları, hareket özgürlükleri ve siyasal ifade olanaklarının ciddi şekilde kısıtlanması, devlet ve Arap toplumu arasında süregelen sorunların yaşanmasına neden olmuştur.  Aynı zamanda Yahudi İsrailliler tarafından sıklıkla Arap düşman devletlerin bir uzantısı olarak kuşkuyla karşılanmaları, toplumsal hayat ile bütünleşmelerini oldukça zorlaştırmıştır.  İsrail vatandaşı Yahudi İsraillilerin büyük çoğunluğunun aksine, Arap vatandaşların İsrail Savunma Kuvvetleri’nde (IDF), yani ülkenin ordusunda, hizmet etmek zorunda olmamaları bu durumu daha da zorlaştırmaktadır. Öte yandan, orduya katılmamak sosyal ve ekonomik açıdan onlar için önemli dezavantajlar meydana getirebilmektedir. Örneğin birçok İsrailli, IDF aracılığıyla yurttaşlarıyla önemli ve kalıcı kişisel bağlar kurmakta; eğitim desteği, ev inşası ve arsa sahipliği gibi hususlarda devlet desteği alarak birçok maddi avantaj elde etmektedir.

1967 yılında gerçekleşen 6 Gün Savaşı sonrasında İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgal ve ilhak etmesi sonrasında bu bölgede yaşayan yüzbinlerce Arap’a İsrail vatandaşlığı teklif edilmiş fakat birçoğu tarafından bu teklif reddedilmiştir. Bugün Doğu Kudüs’te yaşayan Araplar hem İsrail hem de Filistin nüfus sayımlarına dahil edilmektedirler. 1967’de İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak etmesinden sonra burada yaşayan Filistinlilere daimî ikamet statüsü verilmiştir. Daimî ikamet, vatandaşlığa göre daha zayıf bir statü olmakta olup bu ikamete sahip olanların oturum hakkı İsrail makamlarınca iptal edilebilmektedir.

Temel Sorun Alanları: Yoksulluk, Eğitim-Gelir Adaletsizliği, Kamu Kaynaklarına Erişim, Siyasi Temsil

Vatandaşlık kavramı altında bir araya gelen azınlıkların öncelikli olarak temel haklar arasında yer alan beslenme, eğitim ve buna bağlı olarak gelişen gelir adaletsizliği, kamu kaynaklarına erişim, siyasi temsil konusunda sorunlar yaşadığı dikkat çekmektedir.   İsrail Ulusal Sigorta Kurum  2020 verileri, İsrail’deki Arap ailelerin %55,7’sinin yoksul olarak değerlendirildiğini, buna karşılık Yahudi ailelerde bu oranın %39,7 olduğunu göstermektedir. 2016 yılında Ulusal Sigorta Kurumu’nun (NII) yaptığı bir araştırma, Arap çocuklar arasında gıda güvencesizliği oranının %50,6 oranında olduğuna işaret etmektedir.  İkinci olarak, eğitim alanında yaşanan eşitsizlikler ve buna bağlı olarak gelir adaletsizliği konusu dikkat çekmektedir. Eğitim sisteminde Arap okullarına ayrılan kaynakların yetersizliği ve müfredatın kimliksel olarak ayrıştırıcı olması eleştirilmektedir. Yaşadıkları bölgelerdeki yetersiz finansman alan okullar, Arap vatandaşların eğitim seviyelerinin daha düşük olmasına, dolayısıyla ilerleyen süreçte istihdam olanaklarının ve kazanç kapasitelerinin İsrailli Yahudilere kıyasla daha az olmasına yol açmaktadır. Eğitim konusunda yaşanan bu ayrım ilerleyen süreçte iş gücü piyasasına da etki etmekte, özellikle yüksek maaşlı ve kamu sektöründeki pozisyonlara erişimde ayrımcılık yaşandığı raporlanmaktadır. İş Bulma Kurumu’nun verilerine göre, 2020’nin başında Arapların istihdam oranı yalnızca %41,4 iken ultra-Ortodoks Yahudilerde bu oran %52,9 ve diğer Yahudi kesimlerde %66,5 olarak kaydedilmiştir.  Diğer taraftan 2018 yılı Yahudi Ulus Devlet Yasası’nın dördüncü maddesi kapsamında Arapçanın resmi dil statüsünden çıkarılıp özel statü verilmesi, bölgede yaşayan Araplara eğitim dili olarak sadece İbranicenin dayatılması anlamına gelmiştir.

Üçüncü olarak, kamu kaynaklarına erişim konusunda özellikle İsrail tarafından yasa dışı inşaat olarak tanımlanan yapılara karşı mahkemeye gitmeden hızlı müdahale edilmesini öngören Kamenitz Yasası, yaygın biçimde, inşaat ruhsatı almanın neredeyse imkânsız olduğu Arap topluluklarını hedef aldığı şeklinde yorumlanmaktadır. Bu nedenle Araplar yaptıkları inşaatlar nedeniyle hükümet tarafından para cezalarıyla veya yıkım tehditleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Arap kesiminde yaygın olan bir diğer sorun ise kira yardımı hakkına erişimdir. Yardım almaya hak kazanan 180.000 İsrailliden sadece %3’ü Arap kasabalarında, %27,3’ü ise karma Yahudi-Arap şehirlerinde yaşamaktadır. Hükümet, 2021 yılında  toplumsal gruplar arasındaki eşitsizlikleri gidermek amacıyla istihdam, sağlık hizmetleri ve konut alanlarında 9 milyar dolarlık beş yıllık bir planı onaylamıştır. Fakat planın çerçeve olarak yetersiz görülmesi ve bu konuda hükümetin samimi ve istikrarlı bir politika ortaya koymaması, planın Arap vatandaşların hayatlarını kolaylaştıracak sonuçlar üretebileceğine dair hükümete olan güveni sarsmıştır.

Arap vatandaşların karşı karşıya kaldığı temel sorun alanlarından bir tanesi de siyasal katılım süreçleri konusunda gerçekleşmektedir.  Filistinli vatandaşlar oy kullanma ve aday olma hakkına sahiptirler. İsrail Parlamentosu Knesset’te Arap partiler de bulunmaktadır. Ancak İsrail vatandaşı Araplar, tarihsel olarak İsrail seçimlerine güvensizlik duymuşlardır. Bu durum, Arap partilerin seçime katılım oranlarını sınırlamış ve 120 sandalyeli İsrail parlamentosu Knesset’te hiçbir zaman on beşten fazla sandalye elde edememelerine yol açmıştır. Başlangıçta Knesset’teki ana temsil güçleri Arap-Yahudi Komünist Partisi olmuştur. Bağımsız Arap partileri ise onlarca yıl boyunca destek kazanamamış, sık sık devleti tanımayı reddettikleri gerekçesiyle yasaklanmış veya kapatılmıştır. Hâlen Arap siyasi gücünü sınırlamaya yönelik çabalar sürmekte; örneğin sağcı milletvekilleri, Arap partilerinin seçimlere katılmasını engellemeye çalışmaktadır. Buna rağmen, Arap partileri şu anda Knesset’te on sandalye ile temsil edilmektedir. Bu durum İsrail’in Arap siyasetçileri marjinalleştirilmesi, koalisyon süreçlerinde dışlayıcı tutum sergilemesi, ulusal kimliğini “Yahudi devleti” temelinde tanımlaması ve  Arap vatandaşların temsiliyetini ile siyasal etkilerini sınırlandırması tartışmalarıyla doğrudan ilişkilidir. Bu konudaki en önemli örnek 23 Mart 2021 yılında yapılan seçim süreci olmuştur. 2021 ortasına kadar bağımsız Arap partileri hiçbir zaman bir koalisyon hükümetine davet edilmemiştir. Fakat bu durum 23 Mart seçimlerinde Birleşik Arap Listesi (Ra’am)’nin  İsrail’de hükümet kurma sürecine dahil olarak koalisyonun bir parçası olması ile değişmiştir.  Bu dönemde kurulan hükümetin oldukça farklı önceliklere sahip olması tek ortak noktalarının Binyamin Netanyahu’nun görevden ayrılması olduğuna işaret etmiştir. Bu katılım, başlangıçta Arap oylarının giderek gücünü artırdığı şeklinde yorumlansa da yeni hükümette Ra’am’dan hiçbir bakan yer almamıştır; bu, parti tarafından Arap topluluklarının yararına bazı reformlar karşılığında verilen bir taviz olarak yorumlanmıştır. İlerleyen süreçte Ra’am bloğu hükümetle Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerle alakalı olağanüstü hâl yasasının uzatılması ile alakalı sorun yaşamıştır. Batı Şeria’da yaşayan yerleşimcilerin yasal anlamda statülerinin devam ettirilmesi konusu 5 senede bir İsrail meclisi Knesset’e geliyordu. Fakat Raam Partisinin yasanın uzatılmasını engellemesi hükümetin koalisyonu feshine kadar götürdü. Bu fesih sonrası 1 Kasım seçimlerinin yapılması sonrasında İsrail’de ülkenin bu zamana kadarki en sağcı hükümetinin tekrardan Netanyahu başbakanlığında göreve gelmiş olması Arap vatandaşlar arasındaki endişeleri artırmıştır. Netanyahu, kabinesine daha önce marjinal olarak görülen aşırı muhafazakâr siyasetçileri dahil etti. Bunlar arasında, daha önce Araplara karşı ırkçılığı teşvik etmekten ve bir terör örgütünü desteklemekten mahkûm edilmiş olan yeni Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir ve İsrail Maliye Bakanı Smotrich de vardı.  1 Kasım seçimlerinde Arap partileri arasından yalnızca Hadash-Ta’al ve Ra’am yeterli oyu alarak Knesset’e girebilmiş ve her biri beşer sandalye kazanmıştır. Fakat 23 Mart seçimlerinde ilk defa bir Arap partisi ile koalisyon hükümeti kurmanın İsrail siyasetinde “sistem tıkanıklığı” olarak değerlendirilmesi Arap partilerinin bundan sonraki süreçte koalisyonun bir parçası olması durumlarının daha da zor olacağı şeklinde düşünülebilir.

İsrail’in “Diğerleri”: Dürziler ve Çerkesler

Britanya mandası yönetiminin Filistin’de başladığı dönemde Dürziler yaklaşık 7.000 kişilik nüfuslarıyla toplam nüfusun %1’inden daha azını oluşturuyordu. Günümüzde de 18 köyde yaşamaktadırlar; bunlardan 16’sı Celile’de, ikisi ise Karmel’dedir. Bu köylerin yarısından fazlasında Dürziler, nüfusun çoğunluğunu oluşturmaktadır.[7] Dürziler Arapça konuşan, 150.000 civarında bir nüfusa sahip ayrı bir kültürel, sosyal ve dinî cemaattir. Aynı zamanda Hayfa civarında yaşayan Dürzilerin de olduğu bilinmektedir. Çerkesler İsrail’in kuzeyindeki iki köyde toplanmış yaklaşık 5000 kişiden oluşan Müslüman bir topluluktur.  Çoğunlukla aşağı Celile’deki Kfar Kama ve Rehaniya adlı iki yerleşimde yaşamaktadırlar. Ülkedeki geniş Müslüman cemaatin ne Arap kökenini ne de kültürel geçmişini paylaşmaktadırlar. Dürziler gibi İsrail ordusunda görev yapan Çerkesler, yukarıda bahsedilen Filistinlilerin yaşadıkları aidiyet sorunlarını benzer oranda yaşamamaktadır.  Ayrı bir etnik kimliği olan bu topluluk, İsrail’in ekonomik ve millî işlerine katılmaktadır.

İsrail vatandaşlığına sahip Dürziler ve Çerkesler, zorunlu askerlik hizmetine tabi olmaları nedeniyle yukarıda bahsedilen Filistinlilerin yaşadıkları aidiyet sorunlarını benzer oranda yaşamamaktadır.  Ancak İsrail’in 2018 yılında çıkardığı Yahudi ulus devlet yasası, ülkedeki Dürzi Araplara ve Çerkeslere büyük bir darbe indirmiştir. Yasanın İsrail’i resmi olarak bir Yahudi devleti olarak ilan etmesi, azınlık durumunda yaşayan bu grupların, kendilerini fiilen “ikinci sınıf vatandaş” konumunda hissetmesine neden oldu. Bu gelişme sonrası protesto gösterilerinde bulunan Dürzi ve Çerkesler yasanın tamamen iptalini talep etse de hükümetin bu konuda geri adım atmaması, ISK’da muvazzaf olan Amir Jmall gibi komutanların istifasına sebep vermiştir.

Golan’da yaşayan Dürziler daha farklı bir durum sergilemektedir.  İsrail’in 1967’de işgal edip 1981’de ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki köylerde yaşayan Dürziler, İsrail vatandaşlığı konusunaa mesafeli yaklaşmış ve şimdiye dek büyük ölçüde reddetmişlerdir. Bu grup, Suriye krizinin başladığı 2011 yılına kadar özellikle eğitim amacıyla Suriye’ye gidebiliyordu. İsrail vatandaşlığına geçmeyen ancak daimî oturum hakkına sahip olan bu grup Laissez-passer (Geçiş Belgeleri) ile yurt dışına seyahat edebilmektedir. Fakat savaşın başlaması sonrasında İsrail’in, stratejik açıdan büyük değer verdiği Golan Tepeleri’ndeki kontrolünü daha da sıkılaştırmak için bölgede bir dizi yerleşim yeri ve inşaat projesi (rüzgâr türbinleri) başlatması bölgede yaşayan Dürziler tarafından protesto edilmektedir.  Protestocular ayrıca, çiftler ve evsizler için yeni konutların yapılmasına yönelik gerekli izinlerin onaylanmaması da dahil olmak üzere, İsrail’in arazi ve mülkiyet ihtiyaçlarına ilişkin çözüm taleplerini görmezden gelmesin. eleştirmektedir. İsrail yönetimi her ne kadar Dürzilere karşı Araplar kadar sert politikalar uygulamasa da gerekli gördüğü durumlarda Dürzi gruplarla restleşmekten geri durmamaktadır.

Bölgede İsrail ve komşu ülkeler, özellikle Suriye, arasında yaşanan her sorun Golan civarında yaşayan Dürzilerin ve Çerkeslerin yoğun bir şekilde etkilenmesine neden olmuştur. 8 Ekim’den bu yana, Hizbullah öncülüğündeki güçlerin İsrail’in kuzey sınırındaki yerleşimlere ve askeri mevzilere saldırılar düzenlemesi, Dürzi ve Çerkes yerleşimlerinin zarar görmesi nedeniyle İsrail’in bu kesimlerde yaşayan Dürzileri siyaseten etkilemeye çalıştığı görülmüştür. İsrail eski İçişleri Bakanı Arbel, bu toplulukların hizmetine atıfta bulunarak Dürzi ve Çerkeslerin savaş çabalarına en çok katkı sağlayanlar arasında yer aldığı ve bu nedenle en ağır bedeller ödediklerini ifade etmiştir. Fakat yönetimin bölgede yaşayan Çerkes ve Dürzilere karşı bu kadar da hassas olmadığı aşikardır.

İsrail’in benzer şekilde Esed rejiminin devrilmesi sonrasında Suriye hükümetinin Suriye’yi birleştirmesini engellemek ve Şam yönetimini zayıf tutmak için ülkede etnik temelli federalizm ve otonom bölgelerin oluşturulması amacıyla Dürzileri enstrümantalize ettiği görülmektedir. Rejimin devrilmesi sonrasında İsrail’in Suriye’nin güneyindeki stratejisi, bölgeyi parçalı bir yapıda tutarak Şam yönetiminin otoritesini zayıflatmayı hedeflemek olmuştur. İsrail bu doğrultuda, Dürzi toplumu üzerinden Suriye’deki ayrışmayı derinleştirmeye, Şam yönetiminin meşruiyetini zedelemeye, Dürzi topluluğunu kendi etki alanına çekerek Süveyda’da özerk bir yapı oluşturulmasını teşvik etmeye çalışmıştır. Ancak Dürzi toplumu homojen bir yapıya sahip olmadığından, İsrail’in beklentilerinin aksine birçok Dürzi grubu merkezi yönetimle bağlarını koparmak istememesi, bu konudaki çabalarını zorlaştırmıştır.

Sonuç

İsrail’de yaşayan azınlıkların karşılaştığı temel sorunlar, ülkenin demokratik yapısı ile Yahudi ulusal kimliği arasında süregelen gerilimden kaynaklanan yapısal eşitsizlikler çerçevesinde şekillenmektedir. Arap vatandaşlar, Dürzîler, Çerkesler, Hristiyanlar topluluklarının çoğunluğu vatandaşlık haklarına sahip olmalarına rağmen günlük yaşamda kurumsal ayrımcılıkla karşı karşıya kalabilmektedir. Siyasi temsiliyetin sembolik düzeyde kalması, bu grupların karar alma süreçlerinde etkin bir rol üstlenmesini engellerken; güvenlik politikaları ekseninde şekillenen vatandaş-devlet ilişkileri de özellikle Arap toplumu ile devlet arasındaki güven krizini pekiştirmektedir. Bazı azınlıkların orduya hizmet etmesine rağmen toplumsal olarak yeterince kabul görmemesi, aidiyet duygusunu zayıflatmakta ve kimlik çatışmalarını artırmaktadır. İsrail’in bir “Yahudi devleti” olarak kurgulanması, İsrailli tarihçi Moshe Zimmermann’ın ifadesi ile “ahlaki kaygılardan çok abartılı, takıntılı bir şekilde stratejik hesaplara ve güvenlik önceliklerine dayalı, riskten kaçınan ve çıkar odaklı bir güvenlik yaklaşımını”[8] tetiklemekte; bu durumda azınlıkların eşit yurttaşlık temelinde haklara erişiminin güçlendirilmesi konusunun gittikçe daha fazla göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Halihazırda zor gözükse de bu konuda olumlu adımlar atılması yalnızca bu grupların refahını değil, aynı zamanda İsrail toplumunun bütünlüğünü, iç barışını ve meşruiyetini destekleyecektir. Bu bağlamda, kapsayıcı politikalar geliştirilmesi ve çok kültürlülüğü önceleyen bir vatandaşlık anlayışının benimsenmesi, İsrail’in uzun vadeli istikrarı açısından kritik önemdedir.

Dr. Seher Bulut, Ankara Medipol Üniversitesi’nde öğretim üyesidir.

[1] Ülkede yaşayan Çerkeslerin ne Yahudi ne de Filistinli Arap olmaması nedeniyle ülkede yaşayan Çerkeslerin bu iki tanım üzerinden kategorize edilmesi sorun arz etmektedir.

[2] Angelika Timm, Israel- Gesellschaft im Wandel, Springer Fachmedien Wiesbaden GmbH,2003, p .17.

[3] Plana göre toprakların %45’i bir Filistin devleti oluşturulması için planlanırken, Kudüs çevresinde kalan yüzde 3’lük kısım uluslararası kontrol mekanizmalarına bırakılmıştır.

[4] Shlaim, Avi (2000). The Iron Wall: Israel and the Arab World. W. W. Norton & Company.

[5] Shepherd, Naomi. The Israeli-Palestinian Peace Process: Oslo and the Lessons of Failure. Sussex Academic Press, 2000.

[6] J.B. Barron, The Israeli Palestinian Conflict: An Interactive Database: Economic Cooperation Foundation, 1922 Census of Palestine, 10.23.1922, https://ecf.org.il/issues/issue/1087#:~:text=The%20total%20population%20of%20Palestine,14%2C699%20Christians%20and%20495%20others, Erişim Tarihi: 23.07.2025.

[7] Tobias Lang, Die Drusen in Israel, in: Tobias Lang, Die Drusen in Libanon und Israel, Geschichte, Konflikte und Loyalitäten einer religiösen Gemeinschaft in zwei Staaten, Klaus Schwarz Verlag- Berlin, p.37-121.

[8] Moshe Zimmermann, Die Angst der Frieden: Das israelische Dilemma, Aufbau, 2010.

Seher Bulut
Seher Bulut

Doktora derecesini “2000 Sonrası Türkiye ve İsrail Dış Politikaları: Rol Teorik Bir Karşılaştırma” başlıklı tezi ile 2018 yılında Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden alan Bulut, 2010-2016 yılları arasında Almanya’nın Vestfalya Wilhelm Üniversitesinde Siyaset Bilimi ve Sosyoloji alanlarında doktora konusu ile alakalı çalışmalarda bulunmuştur. Hâlihazırda Ankara Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments