İsrail’in 7 Ekim sonrası izlediği hegemonik tavır ve Orta Doğu bölgesini sert güç unsurları ile domine etme girişimleri son olarak izlerini Doha saldırısı ile göstermiştir. Geçmiştekine benzer şekilde ABD desteğini almış görünen bu saldırı, diğer örneklerinin aksine sadece ABD karşıtı olan bölgedeki aktörlerin ya da oluşumların değil, gerektiğinde ABD ve Batı güvenlik mimarisinde bulunan ve bu devletlerle güçlü ortaklıkları olan ülkelere de yönelebileceğini doğrulamıştır. Bu açıdan durdurulamayan ve sınırlandırılamayan İsrail hegemonyası, bölge devlet-toplum yapılarının çözülme riskiyle karşı karşıya kalması, Körfez’deki görece güvenlik mimarisi ve istikrarın İsrail merkezli ciddi tehditlerle sarsılması, ayrıca Türkiye’nin Katar gibi ülkelerle bir süredir inşa ettiği alternatif Orta Doğu güvenlik, istikrar ve barış halkasının geleceği, giderek belirginleşen İsrail gerçekliği karşısında nasıl cevap verileceği sorusunu gündeme getirmekte ve ciddi tartışma konuları olarak kaşımıza çıkmaktadır.
Körfez Güvenliğine “Alışılmadık” Tehdit: ABD Destekli İsrail Revizyonizmi
Modern Orta Doğu tarihinde Körfez güvenliği, Arap Milliyetçisi Mısır lideri Cemal Abdülnasır, Irak lideri Saddam Hüseyin, İslamcı (Şii) lider Ayetullah Humeyni ve sonrası İran gibi pek çok revizyonist aktörün istikrarı bozan ve yayılmacı eylemleri ile karşı karşıya kalmıştır. Bu çerçevede Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) oluşumunu 1981’de İran’da yükselen Şii revizyonizme ve Saddam öncülüğündeki Irak’ı sınırlandırma hedefine yönelik olarak oluşturan Körfez’in askeri, coğrafi ve nüfus açısından sınırlı “küçük devletler”i aynı zamanda öncelikle İngiltere ve sonrasında ABD’yi enerji rantına dayalı monarşik rejimlerinin sürdürülebilir olması açısından elzem görmüştür. Bu durum yoğun şekilde ABD’nin Körfez’e özellikle 1980’lerden itibaren yerleşmesine ve belirli süre dışında Suudi Arabistan haricinde Körfez ülkelerinde askeri üsler açmasına ve güçlü savunma ilişkileri kurmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Arap Ayaklanmaları ile başlayan, son süreçler ile tecrübe edilen bölgesel ve küresel bazı sınırlı çeşitlendirmelerin dışında denilebilir ki, Körfez güvenlik mimarisi ve Orta Doğu’nun ender istikrarlı coğrafyası olma özelliği büyük oranda Batı ve ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında olması ile açıklanmıştır. Körfez dışındaki Orta Doğu’nun Kuzey Afrika ile Levant bölgelerinin büyük oranda istikrarsız olması ve özellikle bölgesel güç mücadelelerin kesiştiği Levant bölgesinin yoğun çatışmalara maruz kalması Körfez’deki istikrar ve sürdürülebilir refah durumunu daha da önemli hâle getirmiştir.
Diğer bir ifade ile Körfez’deki bu istikrar ve ekonomik güç durumu bu ülkelerin “yumuşak güç” kapasitesini önceleyerek Batı başkentleri başta olmak üzere uluslararası politikada etkin olma sürecine hizmet etmiştir. Böylece güvenlik boyutunu Batı ile ABD’ye endeksleyen ve bu çerçevede farklı bölgesel-küresel yaklaşımları olmasına rağmen büyük oranda Batı ve ABD siyaseti ile eşgüdümlü ilerleyen Körfez ülkeleri; medya, eğitim, ulaşım, spor, kültür ve ekonomik faaliyetler olmak üzere Batı başkentleri başta olmak üzere küresel siyasette aktif olma durumunu ilerletmiştir. Tam bu noktada, geçmişte Mısır, Irak ve son olarak İran gibi revizyonist aktörlerin dahi göze alamadığı düzeyde, ABD’nin bölgedeki “ayrıcalıklı” müttefiki olan İsrail’in, Körfez’in görece kalıcı ve güçlü refahına artan ölçüde tehdit oluşturduğu gerçeği, son Doha saldırısı ile net bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede 1990’daki Irak’ın Kuveyt işgalini bir tarafa koyduğumuzda askeri saldırı ile karşılaşmayan Körfez aktörlerinden Katar, Haziran ve Eylül aylarında öncelikle İran ve sonrasında İsrail saldırısı ile adeta modern tarihinin en ciddi tehdit ve güvenlik riskleri ile karşı karşıya kalmıştır. Özellikle 2017’de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) öncülüğünde başlatılan kapsamlı izolasyon süreçlerine maruz kalan Doha yönetiminin, son dönemde karşılaştığı materyal ve askeri tehditler ile saldırılar, Batı eksenli güvenlik inşasının işlevsiz kaldığını göstermektedir. Bu durum, güvenlik mimarisine yönelik tehdidin İran gibi Batı karşıtı aktörlerden ziyade, Batı ve ABD’nin bölgedeki en güçlü müttefiki konumundaki İsrail’den kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Bölgedeki Bloklar ve İsrail: Türkiye-Katar Alternatifliğine Hegemonik Tehdit
İsrail’in 7 Ekim sonrasında Filistin meselesi genelinde ve Hamas özelinde ayrı tuttuğu Körfez güvenlik mimarisi ile Körfez ülkelerine yönelik son hukuksuz ve saldırgan tavır, açıkçası Tel Aviv yönetiminin “gerektiğinde” bölgedeki tüm devletleri ve aktörleri hedef alabileceğine yönelik güçlü bir işarettir. Şöyle ki halihazırda Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve BAE gibi aktörlerin daha fazla sessiz ve mesafeli kalarak kaçınmaya çalıştığı İsrail saldırganlığı, İran ve müttefiklerine 7 Ekim sonrasında daha fazla odaklanmıştır. Bu aktörleri geriletme sonrasında ise İsrail açısından asıl tehdit ve endişe kaynağı olan hem Batı hem de alternatif aktörlerle güçlü ilişkileri ve konumları bulunan Katar ve Türkiye gibi ülkeler olmuştur. Bu bağlamda uzun süredir İsrail yönetiminin, Katar ve Türkiye gibi oluşumları, Hamas ve İran ile ilişkileri nedeni ile baskı altına alması yönünde özellikle Washington’da oldukça uğraş verdiği gözlenmiştir. Öyle ki ABD’de bazı gruplar Katar’ın Hamas ilişkileri nedeni ile cezalandırılmasını yüksek sesle dile getirmiştir. Dolayısıyla İsrail açısından bölgeyi istikrarsız, dirençsiz ve savunmasız bırakma meselesinde üçüncü ve en kritik aşama, Katar-Türkiye ve bu ortaklığı ile bu ortaklığın Suriye, Libya ve diğer bölgelerde inşa ettiği daha yavaş fakat sistemli ve uzun vadeli görünen bölgesel istikrar, kalkınma ve güvenlik ilişkilerinin yerleşik hâle gelmesidir. Bu durum İsrail için ciddi risk oluşturmaktadır. Bu minvalde İsrail’in Suriye’deki eylemleri, zaman zaman Türkiye’ye yönelik mesajları, öncesinde Katar’a yönelik tutumu ve son olarak ateşkes görüşmelerini müzakere ettiği Hamas delegasyonuna yönelik saldırısı bölgesel çözülmeyi tamamlama ve kendisine yönelik herhangi bir cepheleşmeyi/direnci yok etme arayışındaki stratejik bir tutum olarak da değerlendirilebilir. Halihazırda Gazze’de dahi Hamas’ı “yok etme” ve esirleri ele geçirme gibi 7 Ekim sonrası hedeflerini tüm katliam, soykırım ve sürekli işgal girişimlerine rağmen elde edemeyen İsrail’in, Hamas gerekçesi ile bölge ülkelerini ve bloklarını hedef alarak “tek kutup” hegemonyası mesajını verme ve “gerekli” gördüğünde herhangi bir aktöre karşı eyleme geçebileceğini gösterme telaşı, Binyamin Netanyahu yönetimi tarafından sürekli dillendirilen “Yeni Orta Doğu” hedefini de doğrulamaktadır.
Sonuç olarak, yeni Orta Doğu düzleminde statükocu aktörlerin sessizliği ve direniş cephesinin dağılmasıyla son ve en etkili direnç noktası olarak Türkiye-Katar ortaklığı ön plana çıkmaktadır. Bu ortaklığın bölgede uzun dönemdir dikkatle sürdürdüğü alternatif istikrar, güvenlik ve barış ikliminin; bağımsız, adil ve özgür bir Filistin amacına da dayalı olması ve Filistin direnişinin tüm aktörlerini olanaklar çerçevesinde desteklenmesi, İsrail’in kurmaya çalıştığı tek kutuplu Orta Doğu hegemonyasına yönelik büyük risk ve tehdit unsuru olarak belirmektedir. Dolayısı ile Katar’a yönelik saldırı sadece Hamas delegasyonunun hedef alınması olarak okunmamalıdır. Bu saldırı ABD ve Batı’nın dolaylı desteği ile İsrail’in bölgede inşa etmeye çalıştığı tek kutuplu düzene, Katar’ın Hamas-Filistin politikası gibi bazı revizyonist politikalar barındırması durumunda, gerekirse Körfez’in kalıcı istikrarı ve güvenlik mimarisinin de net şekilde hedef alınacağına dair net bir mesaj niteliği taşımaktadır. Özellikle Katar özelinde, bu ülkede Türk askeri üssünün de bulunduğunu düşünürsek söz konusu saldırının Türkiye’nin merkezi aktör olma çabalarına yönelik net mesaj barındırdığı açıktır.
Doç. Dr. Mustafa Yetim, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde öğretim üyesidir.

