back to top
Pazar, Kasım 16, 2025
Ana SayfaYayınlarAnalizANALİZ | Müzakereden Müdahaleye: İsrail-İran Çatışması

ANALİZ | Müzakereden Müdahaleye: İsrail-İran Çatışması

13 Haziran 2025 sabahı İsrail’in İran’a karşı gerçekleştirdiği kapsamlı hava saldırısı, yalnızca iki ülke arasında değil, bölgesel ve küresel düzlemde yankı uyandıracak bir stratejik kırılma noktası olarak tarihe geçmiştir. “Operation Rising Lion” adı verilen bu saldırı, İran’ın nükleer altyapılarına, askeri komuta kademesine ve sivil nitelikli bilimsel merkezlerine yönelik çok katmanlı bir askeri harekât şeklinde icra edilmiştir. İran resmi makamları, saldırılarda İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (IRGC) en üst düzey isimlerinden General Mohammad Bagheri ve General Hossein Salami’nin hayatını kaybettiğini doğrularken nükleer bilim insanlarına yönelik suikast niteliğinde saldırıların da gerçekleştiği bildirildi. Bu gelişme, sadece askeri bir operasyon değil; aynı zamanda İran devlet aklının güvenlik reflekslerine, bölgesel pozisyonlanmasına ve nükleer stratejisine karşı doğrudan bir meydan okumadır.

Stratejik Arka Plan: İran–İsrail Rekabetinin Derin Yapısı ve Asimetrik Denge

İran ile İsrail arasındaki uzun süreli rekabet, sadece iki devletin güvenlik stratejilerinin çatışmasından ibaret değildir; bu rekabet, Orta Doğu’nun jeopolitik yapısının şekillenmesinde merkezi bir rol oynayan tarihsel, ideolojik ve stratejik katmanlara sahiptir. 1979 İran Devrimi sonrasında İsrail ile diplomatik bağlarını kesen ve İsrail’i açıkça “rejim olarak meşru görmeyen” Tahran yönetimi, bölgede Şii direniş ekseni üzerinden bir caydırıcılık doktrini geliştirmiştir. Buna karşılık İsrail, özellikle 1981’de Irak’taki Osirak nükleer reaktörünü vurarak başlattığı ve sonrasında “Begin Doktrini” olarak adlandırılan önleyici saldırı stratejisini İran’a karşı da sistematik biçimde uygulamıştır. İsrail’in bu doktrine dayalı operasyonları, zaman içinde hem fiziksel altyapıyı hem de  İran’ın stratejik özgüvenini hedef alan bir araç hâline gelmiştir.

Bu bağlamda 13 Haziran saldırısı, anlık bir tehdit algısından ziyade çok daha derin bir yapısal stratejiye dayanmaktadır. İsrail’in önceliği, İran’ın nükleer silah geliştirme kapasitesini değil, bu kapasiteye “tehdit oluşturacak kadar yaklaşma potansiyelini” dahi ortadan kaldırmaktır. Bu bağlamda İran’ın “nükleer eşik gücü” kazanması, Tel Aviv açısından kabul edilemez bir güvenlik riski olarak değerlendirilmiştir. Nitekim daha önce 2021’de Natanz’da sabotajla gerçekleştirilen saldırı, 2023’te İsfahan’daki İHA saldırısı ve 2024 sonlarında Irak–Suriye sınırında İran’a bağlı konvoylara yönelik örtülü operasyonlar, bu stratejinin ayak izleridir. 2025’teki saldırı ise bu sürecin açık savaş doktrinine evrildiği andır.

İran tarafı ise bu stratejik tehdidi, doğrudan devlet varlığına yönelmiş bir meydan okuma olarak okumakta ve buna karşılık olarak klasik ordudan çok, devrimci güvenlik mimarisine dayalı bir yanıt inşa etmektedir. Devrim Muhafızları’nın bölgeye yayılmış milis ağları –Hizbullah, Haşdi Şaabi, Fatimiyyun Tugayları– sadece askeri unsurlar değil, aynı zamanda caydırıcılığın toplumsal ve psikolojik boyutunu yöneten araçlardır. Bu asimetrik kapasite, İran’ın konvansiyonel zayıflığını dengeleyen bir unsur olarak İsrail’in her önleyici saldırısını potansiyel bir bölgesel yangına çevirme kapasitesine dönüşmektedir.

Stratejik arka planın bir diğer önemli boyutu, İran’ın nükleer programının iç politika ile dış güvenlik arasında bir köprü işlevi görmesidir. Bu program, yalnızca uranyum zenginleştirme faaliyetlerinden ibaret değildir; İran halkına karşı rejimin direncini, dış politikada ise bir pazarlık gücünü simgeler. Dolayısıyla nükleer tesislere yönelik saldırılar, hem askeri tesislerin hem de   İran rejiminin iç meşruiyet kaynaklarının hedef alınması anlamına gelir. Bu durum, saldırının “önleyici savaş” niteliğini aşarak “stratejik baskılama” düzeyine evrildiğini göstermektedir.

Operasyonun Amacı ve Hedefler

2025 yılının 13 Haziran sabahı, yerel saatle 04.00 sularında İsrail Hava Kuvvetleri, İran’ın farklı bölgelerine eş zamanlı olarak koordineli bir hava saldırısı başlattı. Uluslararası kaynakların teyit ettiği bilgilere göre bu saldırılar, İsrail’in son on yıllarda gerçekleştirdiği en kapsamlı askeri harekât olma niteliği taşıyor. Operasyonda yaklaşık 200 savaş uçağı, gelişmiş elektronik harp sistemleriyle desteklenerek 100’den fazla hedefi vurdu. Saldırı, nükleer tesislerin yanı sıra askeri komuta merkezleri, hava savunma bataryaları, İHA üsleri, balistik füze üretim kompleksleri ve iletişim altyapısını kapsayan çok katmanlı bir yapıda icra edildi. Bu durum, operasyonun sadece sembolik değil, doğrudan İran’ın stratejik vurucu gücünü felç etmeye yönelik olduğunu göstermektedir.

Saldırının coğrafi kapsamı da dikkat çekicidir. Hedef alınan bölgeler arasında Natanz, Isfahan, Arak ve Fordow gibi nükleer tesislerin bulunduğu merkezler ile Tahran çevresindeki askeri üsler yer aldı. Özellikle Natanz’daki gelişmiş santrifüj üretim alanları ile yer altı zenginleştirme laboratuvarlarının büyük hasar aldığı bildirildi. Fordow’daki tesisin derin korunaklı yapısı nedeniyle daha sınırlı zarar gördüğü ancak operasyonun, bu tesisin deşifre edilmesi açısından stratejik bir “bilgi operasyonu” niteliği taşıdığı değerlendirilmektedir.

Askerî hedeflerin ötesinde, operasyonun doğrudan İran devlet aklını hedef aldığı bir diğer açık işaret ise üst düzey iki güvenlik figürünün—IRGC Komutanı General Hossein Salami ile Genelkurmay Başkanı General Mohammad Bagheri’nin—öldürülmüş olmasıdır. Bu tür lider kadroya yönelik suikast nitelikli eylemler, askeri harekâtların ötesinde siyasal mesajlar içeren stratejik tasarımlardır. İran’ın güvenlik aygıtının hem karar alma düzeyine hem de uygulama kapasitesine yönelen bu saldırılar, rejimin savaş refleksini ve kriz yönetim becerisini test etme amacı da taşımaktadır.

Bununla birlikte, saldırının İran’ın nükleer programında sivil-asker ayrımına dikkat etmeden planlandığı anlaşılmaktadır. İsrail’in hedef aldığı noktalar arasında uranyum zenginleştirme projelerinde yer alan iki nükleer bilim insanının konutları da yer aldı. Bu durum, operasyonun hukuki boyutunu tartışmalı hâle getirirken aynı zamanda İran kamuoyunda “devletin koruma kapasitesi”ne duyulan güveni de ciddi biçimde sarsmıştır. İsrail’in bu tercihi, sadece operasyonel bir zorunluluk değil, aynı zamanda İran toplumunda caydırıcılık yaratma amacına da yöneliktir. Böylelikle operasyon, hem rejimin üst kademesine hem de tabana yönelik psikolojik bir mesaj vermeyi hedeflemiştir.

Bu yönüyle 13 Haziran saldırısı, konvansiyonel bir askeri angajmandan çok daha fazlasıdır. Hedeflerin çeşitliliği ve boyutu, bu operasyonun İran’ın caydırıcılık doktrinini zayıflatmayı, nükleer pazarlık masasında elini kırmayı ve rejimin karar alma süreçlerini felç etmeyi amaçlayan çok boyutlu bir stratejinin ürünü olduğunu göstermektedir. Bu durum, bir önleyici saldırıdan çok bir “stratejik yeniden ayarlama” çabası olarak okunabilir. Özellikle zamanlama, seçilen hedefler ve öldürülen figürler dikkate alındığında, bu saldırının İran’a yönelik bir “stratejik sinyal” değil; doğrudan “stratejik yeniden konumlandırma” girişimi olduğu anlaşılmaktadır.

Zamanlama ve ABD’nin Rolü: Sessiz Onay, Açık Mesaj

İsrail’in 13 Haziran saldırısının zamanlaması, sıradan bir askeri planlamadan ziyade diplomatik konjonktürün ve büyük güç rekabetinin rafine bir okumasına dayalıdır. Saldırının gerçekleştiği dönem, İran ile ABD arasındaki nükleer müzakerelerin yeniden canlandırılması için perde arkası görüşmelerin yoğunlaştığı bir döneme denk gelmiştir. Özellikle Viyana merkezli müzakerelere alternatif olarak Umman ve Katar’da sürdürülen “arka kanal diplomasi”nin, anlaşmaya varılabilecek belirli bir çerçeveye ulaştığı yönünde haberlerin medyaya sızması dikkat çekicidir. Bu bağlamda İsrail’in saldırısı hem askeri hem de diplomatik denklemi sabote eden bir “stratejik müdahale” niteliği taşımaktadır.

Daha da dikkat çekici olan ise ABD yönetiminin bu saldırıya karşı geliştirdiği tepkisizlik politikasıdır. Her ne kadar Beyaz Saray saldırıya doğrudan müdahil olmasa da Pentagon kaynakları operasyon öncesinde bölgedeki ABD birliklerinin olağan dışı bir hareketlilik içinde olduğunu ve özellikle Körfez’deki Amerikan üslerinde alarm seviyesinin yükseltildiğini doğrulamıştır. Bu durum, Washington’un saldırıdan önceden haberdar olduğu, hatta operasyonun bazı teknik gereksinimlerinin örtük biçimde desteklendiği yorumlarına zemin hazırlamaktadır. Özellikle İsrail savaş uçaklarının Suudi Arabistan hava sahasını kısmen kullanmış olması ve ABD’nin bu geçişe sessiz kalması, diplomatik literatürde “sessiz onay” olarak adlandırılabilecek bir pozisyonu ifade etmektedir.

Bu bağlamda İsrail’in saldırısına sessiz kalmak, hem iç politikada “sert liderlik” imajını güçlendirme hem de Orta Doğu’daki müttefiklerine Washington’un hâlâ “oyun kurucu” olduğu mesajını verme fırsatı sunmaktadır. Trump’ın 2018’de nükleer anlaşmadan çekilerek başlattığı “maksimum baskı” stratejisi, bu saldırıyla birlikte fiilen askeri boyuta taşınmıştır.

Zamanlama ayrıca bölgesel misyonlardaki hareketliliğiyle de desteklenmektedir. Operasyondan günler önce bölgedeki diplomatik temsilciliklerde personel değişimi ve olağan dışı güvenlik önlemleri alınmıştır. ABD’nin tutumu, sadece bir müttefik dayanışması değil; aynı zamanda İran’a karşı sürdürülen stratejik baskının yeni bir evresine geçildiğini göstermektedir. İsrail sahada harekete geçerken ABD diplomatik zemini şekillendirmekte ve İran’ı çok boyutlu bir kuşatma stratejisiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum, İran’ın yalnızca askeri değil, diplomatik seçeneklerini de kökten sorgulamaya zorlandığı bir dönemin başlangıcı olabilir.

İran Devlet Aklının Tepkisi ve Caydırıcılığın Krizi

İran İslam Cumhuriyeti, kurulduğu 1979’dan bu yana çeşitli savaşlar, suikastlar, ambargolar ve diplomatik izolasyonlarla karşılaştı; ancak 13 Haziran saldırısı, İran’ın devlet aklında benzersiz bir travma etkisi yarattı. Bu sadece fiziksel bir tahribat ya da sembolik bir meydan okuma değil, İran’ın kurumsal hafızasına, askeri kapasitesine ve dış politika reflekslerine doğrudan bir darbedir. Üst düzey komutanların hedef alınarak etkisiz hâle getirilmesi, rejimin karar alma katmanlarını zedelemiş; aynı zamanda halk nezdinde “devletin caydırıcılığı” sorunsalını yeniden tartışmaya açmıştır.

İran’ın ilk tepkisi, her zamanki gibi söylemsel düzeyde sert ve kararlıydı. Devrim Muhafızları Ordusu, “şehitlerin intikamının alınacağını” ilan etti. Rehber Ali Hamaney, ulusal birliğe vurgu yaparak “bunun bir savaş ilanı” olduğunu belirtti. Ancak söylemin ötesinde, somut bir karşılık üretme konusunda devletin ciddi bir karar aşamasında olduğu görülüyor. Geçmişte İran, benzer saldırılara karşı vekil güçler eliyle misillemeler yaparak doğrudan çatışmadan kaçınmayı tercih etti. Ancak bu kez doğrudan komuta kademesinin hedef alınmış olması, vekâlet savaşlarının sınırına ulaşıldığını gösteriyor.

Devlet aklı açısından en çarpıcı açmaz, “misilleme ile tırmanma arasında” denge kurma zorunluluğudur. Eğer İran doğrudan İsrail’i hedef alırsa bölgesel bir savaşın fitilini ateşleme riski vardır. Öte yandan hiçbir somut karşılık verilmemesi durumunda, yalnızca iç kamuoyunda değil, bölgedeki müttefik milis yapılar nezdinde de caydırıcılığını ve liderliğini kaybetme tehlikesi doğacaktır. Bu ikilem, İran’ın güvenlik doktrininde uzun süredir taşımaya çalıştığı dengeyi kırma potansiyeline sahiptir.

Tahran’ın karşı karşıya olduğu bu kriz, aynı zamanda nükleer caydırıcılık meselesini de gündeme getirmektedir. İran’ın resmi söyleminde nükleer silah geliştirme niyeti hiçbir zaman açıkça ifade edilmemiştir; hatta dini liderin fetvasıyla bu tür silahlar haram ilan edilmiştir. Ancak fiilî olarak nükleer program, İran’ın elindeki en büyük stratejik pazarlık aracı olmuştur. Dolayısıyla nükleer tesislere yapılan saldırılar, yalnızca bir askeri alt yapının değil, aynı zamanda rejimin diplomatik oyun alanının hedef alınması anlamına gelir. Bu yönüyle saldırı, İran’ın caydırıcılığının hem askeri hem de diplomatik düzlemde kırılmak istendiğini göstermektedir.

Devlet aklının bu noktada yapacağı tercih, İran’ın bölgedeki stratejik pozisyonunu belirleyecektir. Ya klasik misilleme yöntemlerine başvurarak mevcut durumu sürdürmeye çalışacak, ya da doğrudan bir tırmanmayı göze alarak caydırıcılığını yeniden inşa edecektir. Her iki senaryonun da ciddi riskleri vardır. Ancak İran’ın tarihsel hafızasında, baskı altındaki dönemlerde iç konsolidasyonu güçlendirmek ve dış dünyaya karşı “birlik görüntüsü” vermek gibi bir refleksin baskın olduğu da unutulmamalıdır.

Bu bağlamda dikkat çeken bir başka husus, İran’ın karar alma sürecinde farklı kurumların etkisinin daha da belirginleşmesidir. Devrim Muhafızları, Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi, dini liderlik ve hükümetin sivil kanadı arasında saldırıya verilecek yanıt konusunda henüz yekpare bir tutum oluşmamıştır. Bu da karar almayı geciktirirken rejimin konsensüs üretme kapasitesini sınamaktadır. Caydırıcılık doktrini, yalnızca silah sistemlerine değil; aynı zamanda devletin karar verme hızına, meşruiyet üretme gücüne ve kriz anında sergilediği siyasi birliğe dayanır. Bu saldırı, işte tam da bu üç unsuru hedef alarak İran’ın “stratejik sinir sistemini” test etmektedir.

Nükleer Pazarlık Gücünün Zayıflaması ve Jeopolitik Yansımalar

İran’ın nükleer programı, uzun yıllardır hem rejimin iç politik meşruiyet araçlarından biri, hem de dış politikada Batı karşısında elini güçlendiren bir stratejik kaldıraç olarak işlev görmüştür. Bu program sadece askeri kapasite değil; aynı zamanda müzakere masasında İran’ın elindeki en etkili diplomatik kozdur. Özellikle uranyum zenginleştirme süreci, “nükleer eşik” doktrini üzerinden İran’a nükleer silaha sahip olmadan caydırıcılık sağlama fırsatı sunmaktaydı.

Natanz, Fordow ve Arak gibi merkezlere yönelik saldırılar, hem teknik altyapıya hem de İran’ın elindeki “geri döndürülemez ilerleme” argümanına ağır darbe vurmuştur. Natanz’daki gelişmiş santrifüjlerin tahrip edilmesi, İran’ın kısa sürede nükleer silaha erişim kapasitesine ilişkin stratejik belirsizliği ortadan kaldırarak ülkenin elindeki baskı kozunu zayıflatmıştır. Bu durum, İran’ın müzakere masasındaki manevra alanını ciddi biçimde daraltmakta; Batı’nın, özellikle de ABD ve AB’nin, daha sert ön koşullar dayatabileceği bir diplomatik ortam yaratmaktadır.

Daha da önemlisi, bu saldırılar İran’ın “nükleer ilerlemeyi müzakere karşılığı dondurma” stratejisinin artık geçerliliğini yitirmeye başladığını göstermektedir. Saldırıdan önce diplomatik kulislerde konuşulan öneriler arasında, İran’ın %60’a ulaşan uranyum zenginleştirmesini dondurması karşılığında yaptırımların kısmi olarak kaldırılması gündemdeydi. Ancak saldırı sonrası bu tür bir öneri, yalnızca sembolik bir anlam taşır hâle geldi. İran, artık zenginleştirme kapasitesini yeniden inşa etmek zorunda; bu da zaman, maliyet ve siyasi risk anlamına gelir.

İsrail’in operasyonuyla birlikte nükleer dosyanın tamamen teknik bir mesele olmaktan çıktığı; doğrudan rejim güvenliğini, bölgesel güç dağılımını ve uluslararası diplomasiyi etkileyen çok katmanlı bir kriz alanına dönüştüğü açıkça görülüyor. Bu, İran’ın artık “nükleer bir müzakereci” değil, “nükleer programı felce uğratılmış bir aktör” gibi algılanmasına yol açabilir. Bu imaj değişikliği, başta Körfez ülkeleri olmak üzere bölgedeki aktörlerin İran’a yaklaşımında da önemli bir kırılma yaratabilir.

Ayrıca İran’ın yaşadığı bu askeri zayıflama, Çin ve Rusya gibi destekleyici pozisyondaki büyük güçlerin de pozisyonlarını gözden geçirmelerine neden olabilir. Özellikle Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında İran ile geliştirdiği ekonomik ortaklık, güvenlik istikrarına bağlıdır. Nükleer tesislerin zayıflatılması, bu ortaklığın sürdürülebilirliğini sorgulatabilir. Rusya açısından ise İran’ın Batı karşısındaki pozisyonu, Ukrayna krizi nedeniyle yürütülen küresel stratejinin bir parçasıdır. İran’ın diplomatik kozlarını kaybetmesi, Moskova’nın Orta Doğu’daki kaldıraçlarını da kısmen zayıflatacaktır.

Jeopolitik düzlemde ise bu saldırı, İran’ı bir çıkmazla karşı karşıya bırakmıştır: Ya saldırılara rağmen müzakere masasında kalacak ve zayıf bir aktör görüntüsü verecek ya da müzakereleri askıya alarak bölgesel izolasyon riskini artıracaktır. Her iki seçenek de İran’ın orta vadeli dış politika vizyonuna zarar verecek türden ikilemler doğurmakta. Bu tablo, İran’ın artık sadece askeri veya diplomatik değil, sistemik bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu ortaya koymaktadır.

Cihad İslam Yılmaz, İstihbarat, Terörizm ve Kamu Diplomasisi alanında çalışmalar yapmaktadır.
Cihad İslam Yılmaz
Cihad İslam Yılmaz

Cihad İslam Yılmaz, İstihbarat, Terörizm ve Kamu Diplomasisi alanında çalışmalar yapmaktadır. GÜVENSAM | Güvenlik Araştırmaları Merkezi Genel Koordinatörü olarak görev yapmaktadır. Terörizm Araştırmaları Dergisi ve İstihbarat Araştırmaları Dergisi Genel Yayın Yönetmenidir.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments